İzleyiciler

30 Nisan 2018 Pazartesi

Düğün Gününde Eşini Öldüren Madde Bağımlısı

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/966547/Dugun_gunu_esini_olduren_saniktan_korkunc_ifade.html

Düğün günü eşini öldüren sanıktan korkunç ifade

Bursa'da, kına gecesinin ardından eşi Güllü Yurtoğlu'nu (22) düğün gününün sabahı 16 yerinden bıçaklayarak öldüren Metehan Yurtoğlu (23) hakkında hazırlanan iddianame, Bursa 4'üncü Ağır Ceza Mahkemesi'nce kabul edildi. İddianamede, Metehan Yurtoğlu'nun, eşi Güllü'yü öldürdükten sonra yanına gittiği arkadaşına, "Kuş gibi hafifledim" dediği belirtildi.
Yayınlanma tarihi: 30 Nisan 2018 Pazartesi, 11:21
[Haber görseli]Olay, geçen 3 Aralık Pazar günü sabah saatlerinde merkez Yıldırım ilçesi İsabey Mahallesi İlkbahar Sokak'ta meydana geldi. Metehan Yurtoğlu, ailesinin evlenmelerine izin vermemesi üzerine kaçırıp resmi nikâh kıydığı Güllü Yurtoğlu'nu düğün yapacakları günün sabahı aralarında çıkan tartışma sonucu 16 bıçak darbesiyle öldürdü. Cinayetin ardından kaçan Metehan Yurtoğlu, saklandığı tarlada polis tarafından yakalandı.
Uyuşturucu bağımlısı olduğu belirtilen Metehan Yurtoğlu, verdiği ifadede, kına gecesine gelen bazı davetlilerden eşinin kendisini aldattığına ilişkin sözler duyduğunu belirtip, "O gece sabaha kadar bu söylentiler yüzünden uyuyamadım. Sabah kendisi ile konuşmak istedim, aramızda tartışma çıktı. Elimde bıçak vardı. Boğuşmaya başladık. Nasıl bıçakladığımı hatırlamıyorum" dedi. Yurtoğlu, tutuklanarak cezaevine gönderildi.

MAKTÜLÜN 'BENİ ÇOK SEVİYOR, ZARAR VERMEZ' SÖZLERİ İDDİANAMEDE

Metehan Yurtoğlu hakkında hazırlanan iddianame, Bursa 4'üncü Ağır Ceza Mahkemesi'nce kabul edildi. Cumhuriyet Savcısı Gökhan Yılmaz tarafından hazırlanan iddianamede, uyuşturucu kullanıcısı olduğu belirtilen Metehan Yurtoğlu'nun, daha önce de eşini döverek gece ormanlık bir alanda ağaca bağlayıp oradan ayrıldığını, genç kadının kurtulduktan sonra devriye gezen jandarma ekiplerinden yardım istediğini, fakat eşinden şikayetci olmadığını belirtti.

Bu olaydan sonra genç kızın Metehan Yurtoğlu'ndan uzak kalması için bir akrabasının yanına yerleştirildiğinin belirtildiği iddianamede, Güllü Yurtoğlu'nun, yanında kaldığı akrabası olan Dilek Yurtoğlu'na, "Metahan ile 16 yaşından bu yana tanışıyorum. Beni çok seviyor. Ben de onu çok seviyorum. Bana zarar verebilecek biri değil. En fazla bu şekilde bir ağaca bağlar ve bırakır. Bana el kaldırır, ancak kıyamadığı için vuramaz" dediği ifade edildi.

SABAHA KADAR UYUŞTUCU ALDI

İddianamede Metehan Yurtoğlu'nun düğünden bir gece önce düzenlenen kına gecesinde sabaha kadar uyuşturucu aldığını, sabah saatlerinde ise evinde kapıyı kilitleyip Güllü Yurtoğlu'nu öldürdükten sonra bıçağı bırakıp yanına gittiği arkadaşı Bekir Taç'a, "Güllü'yü vurdum. Ne yapacağımı bilmiyorum. Bana yardım et" dediği, Taç'ın ise "Neden böyle bir şey yaptın" şeklindeki soruya ise "Abi çok rahatladım. Kuş gibi hafifledim" dediği ortaya çıktı.

Metehan Yurtoğlu'nun 'eşini öldürmek' suçundan 'ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası' istemiyle yargılanmasına önümüzdeki günlerde başlanacak.

29 Nisan 2018 Pazar

Mağdurun Dili - Nurdan Gürbilek

http://egoistokur.com/nurdan-gurbilek-solen-sofrasindan-dislananlar-icin/

Nurdan Gürbilek: “Şölen sofrasından dışlananlar için”

“Eğer yazılanlar melodramdan, romantik bir acı kutsamasından ya da hamasetten ibaret kalsın istemiyorsak, güçlü edebiyatçıların önümüzde açtığı ufku, örneğin Dostoyevski’nin hem gerçekçi hem çoksesli hem de trajik ufkunu önemsememiz gerekir. Yani mağdurun karanlığına bakabilmemiz, başkalarının iktidarıyla olduğu kadar kendi iktidarsızlığımızla da yüzleşebilmemiz gerekir.”

Tolga Meriç’in Nurdan Gürbilek’le yaptığı “Mağdurun Dili” röportajını yeniden okuyunca, siz de okuyun istedim. Çünkü çok güzel. Yeniden, yeniden okunası…

Gülenay Börekçi

nurdan gurbilek magdurun dili egoistokur metis kitap

Nurdan Gürbilek: “Kitabımda başlangıç noktası Dostoyevski’ydi; Cemil Meriç’i, Oğuz Atay’ı, Yusuf Atılgan’ı kitaba aslında o çağırdı”

Mağdurun Dili zihninizde nasıl uçverdi?

Dostoyevski’nin romanlarını yıllar sonra yeniden, arka arkaya okurken o romanlarda aşağılanmışlığın, horlanmışlığın, dışlanmışlığın, nihayet bütün bunlara eşlik eden gurur yarasının ne kadar önemli olduğunu, bir yapıttan diğerine ısrarla tekrarlandığını fark etmiştim. Sonra Dostoyevski’de bütün bu problemlerin, Dostoyevski denince hemen aklımıza gelen problemlerden, örneğin baba-oğul, suç ve ceza ya da tanrı-tanrıtanımazlık gibi problemlerden daha temel, daha merkezi olduğunu düşündüm. Kitabın ilk yazısı “Horlanmanın Acısı” öyle çıktı; sonra da gerisi geldi. Türkiye’de çok okunan, ama üzerinde az konuştuğumuz bir yazar Dostoyevski. Onun “ezilmiş ve aşağılanmışlar”ını ya da “yeraltı” kavramını konuşmanın ufkumuzu biraz genişletebileceğini düşündüm.

Dostoyevski, Oğuz Atay, Cemil Meriç ve Yusuf Atılgan’ın yapıtları bu denemelerin odağına ne zaman oturdu?

Dediğim gibi başlangıç noktası Dostoyevski’ydi; diğer yazarları kitaba aslında o çağırdı. Atay’ın Dostoyevski’ye olan yakınlığını zaten biliyoruz. Ama bunun dışında, haksızlığa uğramışlık, dışlanmışlık, tutunamamışlık gibi konuları ele alınca karşımıza ister istemez bir dil problemi de çıkıyor. Evet bütün bunlar var, ama nasıl anlatacağız? Acı çekeni gülünç duruma düşürmeden, onu küçük düşürmeden, dahası acıyı mutlak bir dayanağa dönüştürmeden, bütün bunları taşlaşmış bir acı diline dönüştürmeden, insanları ezilmişliğe ya da acıya daha duyarlı değil, daha duyarsız kılan bir acı dili kurmadan nasıl anlatacağız? Bu konuda gerçekten muazzam bir ufuk sunar Atay’ın yapıtları. Mağdurlukla dil arasındaki ilişki üzerine düşünüp, mağluplukla anlatma problemi üzerinde düşünüp Atay’a girmemek olmazdı. Sonra Atay’ı Yusuf Atılgan ve Cemil Meriç izledi. Aslında bambaşka yazarlardan da yola çıkılabilirdi; ama birincisi, bu yazarlar benim zaten tanıdığım, beni etkilemiş, bu konuları düşünmeme neden olmuş yazarlar. İkincisi, hepsi ayrı ayrı biçimlerde Dostoyevski’den etkilenmişler. Bu yüzden ortak bir diyalog ortamında buluşabilirler, birbirlerine ışık düşürebilirler diye düşündüm. İçlerinde en farklı örnek Cemil Meriç. Her şeyden önce romancı değil. Ama edebiyattan çok etkilendiği için, edebiyat üzerine çok yazdığı için, hatta dil problemini birçok edebiyatçıdan daha çok önemsediği için kitabın diğer yazarlarıyla ortak bir zeminde buluşabildi. Bu topraklarda yaygın olan bir mustariplik ya da mazlumluk dilini anlamak açısından aslında en iyi örnek belki de o. Çünkü Avrupalılaşmanın beraberinde getirdiği mağdurluk duygusunu da tartışmamıza imkan tanıyor yazdıkları. Avrupa’nın talan ettiği aç Asya’nın sesini, dünyanın “makhur ve mağlup kavimler”ininin sesini, yani hakir görülmüş ve yenilmiş kavimlerinin gerçeğini tüm dünyaya haykırmak istiyor. Kendisini de “ezeli mağdur”, “ezeli mağlup” olarak tanımlıyor. Ama orada, kendisinin de jurnallerinde gayet açık sözlülükle dile getirdiği kişisel bir gücenmişlik, kendisinin “hasta bir gurur” dediği bir incinmişlik de var. Mağdurluk duygusunun bazen nasıl bir gücenmişlik dilinden beslendiğini, hatta bazen nasıl ondan ibaret kalabileceğini gösterdiği için, ayrıca mustariplikle dil arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmemize imkân verdiği için önemli göründü bana yazdıkları.

“Bir yazarın bütün yapıtlarını bir arada ele aldığımızda her şeyiyle kendini ele verir. Biz de orada kendi açmazlarımızı, tıkanmışlıklarımızı, yaralarımızı görüp tanıyabiliriz”

Peki, bu dört yazarın konu ettiğiniz yapıtlarını hep mi böyle okumuştunuz, yoksa ele aldığınız konu çerçevesinde mi böyle okudunuz?

Bir yazara ya da bir yapıta yeni bir problem açısından yaklaştığınızda, o da size yeni bir yönünü gösteriyor. Sizin için o zamana kadar gölgede kalmış bir yönünü ortaya koyabiliyor. Bu kitapta da biraz böyle oldu. Oğuz Atay üzerine çok yazdım; önceki kitapların hemen hepsinde bir Atay yazısı var. Bu kitaptaki Atay yazısından çok farklı okumalar değil belki öncekiler; ama buradaki problem daha farklı. Bir yazarla konuşuyorsanız, onun yapıtını konuşturmak istiyorsanız, ona hakkında konuşabileceğimiz bir problem de sunmanız gerekir. Bu problemin de bir biçimde hem sizin hem onun problemi olması gerekir ki karşılıklı bir konuşma imkânı doğsun. Yapıtı, kendisine çok yabancı bir problem üzerine konuşmaya zorlarsanız susar; yapıt adına habire siz konuşursunuz. Ama sizi hiç ilgilendirmeyen bir problemden söz açarsanız, o zaman da sizin o yapıtı konuşturma isteğiniz olmaz; biraz görev gibi bir yazı çıkar ortaya. Bu yüzden ortak bir zemin bulabilmek önemli. Bir de tabii bu yazarların birbirleriyle konuşabilmesi de önemli: Hepsini birlikte okuduğunuzda Dostoyevski Cemil Meriç’e, Cemil Meriç Oğuz Atay’a, Oğuz Atay Yusuf Atılgan’a yeni bir ışık düşürebilir. Siz de o ışıkta o yazarların daha önce görmediğiniz yanlarını görebilirsiniz.

Edebiyatın mağdurlukla ilişkisi için seçtikleriniz neden ölmüş yazarlar sizce? Yaşayanlarla mı, ölülerle mi daha iyi aranız?

Evet, daha çok ölüler üzerine yazdım. Ama daha önceki kitaplarda, örneğin Bilge Karasu ve Vüs’at O. Bener üzerine yazdığımda her ikisi de hayattaydı. Leylâ Erbil de hayatta. Latife Tekin de. Ama galiba önemli olan bir yazarın yaşıyor ya da artık yaşamıyor olmasından çok, yapıtının bütün sınırları, imkân ve imkânsızlıklarıyla, vardığı ya da varabileceği yerlerle önünüzde açılmış olması. Örneğin Cemil Meriç’in Balzac çevirmenliğinden ya da Marksistlikten “Bu Ülke” yazarlığına ya da “Osmanlı mucizesi”ni yüceltmeye ya da Avrupa felsefesi ya da romanını değersizleştirmeye varan serüvenini anlamak önemli. Tek bir yapıtını alırsak bu yolculuğu tam göremeyiz. Cemil Meriç’in tıkanmışlıklarını nasıl aştığını ya da aşamadığını göremeyiz. Bütün yapıtlarını bir arada ele aldığımızda bütün bu açmazlar, çelişkiler, tezatlar, endişeler kendini daha açık bir biçimde ele verir. Biz de orada kendi açmazlarımızı, kendi tıkanmışlıklarımızı, kendi yaralarımızı görüp tanıyabiliriz.

“Aşağılanmayı, alay edilmeyi, terk edilme korkusunu, bir şölen olarak düşünülmüş bir hayatın dışına itilmiş olmayı en şiddetli biçimde çocuklukta yaşıyor insan”

Yazmadan önce düşünmediğiniz saptamalara yazarken ulaştığınız oldu mu?

Tabii ki oldu. Aslında, cevabını bildiğiniz bir problemi başkalarına anlatmak, onların önünde bir kez daha çözmek için başlamıyor insan yazmaya. Özellikle edebiyatta kimsenin böyle yazdığını sanmıyorum. Bir huzursuzlukla, bir kaygıyla, daha önce de konuştuğumuz gibi bir problemle, bu probleme ilişkin bazı sezgilerle, bazı ön-cevaplarla başlıyor insan. Ama yazarken kendi cevaplarını başka yazarların cevaplarıyla sınama imkânını da buluyor. Bütün bu süreç sonunda, kafanızdaki problem ya da başlangıçta o probleme verdiğiniz cevaplar değişime uğruyor. Aksi takdirde yazarlara haksızlık etmiş, onları yeterince dinlememiş, daha kötüsü onları kendi fikirlerimize alet etmiş oluruz. Onları bir tür illüstrasyon mantığıyla kullanmış oluruz ki edebiyat okumalarında iyi bir yöntem olduğu söylenemez.

Kitap Dostoyevski’den bir alıntıyla açılıyor: “Bu nasıl bir şölen sofrasıydı, bu nasıl bir öncesiz, sonrasız bayramdı ki çocukluğundan beri hep el edildiği halde bir türlü koşup katılamamış, sofrada yer alamamıştı.” Mağdurun şölen sofrasıyla ilişkisinin çocukluktan başlatılması boşuna olmasa gerek. Mağduriyetle çocukluk arasında nasıl bir ilişki olabilir sizce?

Mağdur haksızlığa uğrayan kişi, ama burada onu dar anlamda hukuki bir kavram olarak düşünmeyelim. Ya da en azından edebiyatın mahkemesinin çok daha geniş bir alanda kurulduğunu unutmayalım. Atay’ın Tutunamayanlar’ında bir mahkeme sahnesi vardır örneğin. Bu kitabın ortaya çıkmasında etkili olmuş, ilk kıvılcımı çakan sahnelerden biri. Yargıç kürsüsünde bu kez haksızlığa uğrayanlar, sanık sandalyesindeyse “onlar” vardır. Biraz şaka yollu, ama epey ciddi biçimde “onlar”ı tanımını çok geniş tutar orada Atay. “Ezen, eziyet eden, hor gören, alay eden, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, ıstırabı paylaşmayan, terk eden, dışlayan, baskı yapan, istismar eden onlar….” Öyle uzayıp gider liste. Böyle baktığınızda şölenden dışlanmışlık denince, ya da haksızlığa uğramışlık denince tanrıyla ilişkiniz de ana babanızla ilişkiniz de girer işin içine. Çocukluk hayda hayda girer. Zaten Atay’ın yukarıda saydığı duyguları, aşağılanmayı, alay edilmeyi, terk edilme korkusunu, bir şölen olarak düşünülmüş bir hayatın dışına itilmiş olmayı en şiddetli biçimde çocuklukta yaşıyor insan. Bu yüzden çok sonra başka başka biçimlerde haksızlığa uğradığımızda, bu yüzden incindiğimizde onu hep o eski yaranın terimleriyle düşünürüz. O yara yeniden açılır her defasında…

Mağdurun zamanı geçmişe mi yürür daha çok?

Tıkanmışlığımızı aşamadığımız ölçüde geçmişi unutamıyoruz galiba; aynı yaralar habire kanıyor çünkü. Ama bu orada başka zamanların olmadığı ya da olamayacağı anlamına gelmiyor. Walter Benjamin gibi bir düşünür örneğin, geçmiş imgesini kurtarma ve kurtarılma fikriyle birlikte düşünebildiği için yenilmişlerin geçmişini içinde gelecek kıvılcımlarının uçuştuğu bir bugüne açabilmişti. Evet karamsar, kederli, yaslı, ama umutlu bir felsefedir Benjamin’inki. Ölülerin de bugün üzerinde hak iddia etttiğinden söz eder; çoktan susmuş olanların sesini içermekten söz eder. Ama acıya, hınca ya da hayali intikama saplanıp kalmayan, çünkü kurtuluşu ve mutluluğu hedefleyen, geleceğe açık bir felsefedir. Mutluluk imgemizin ayrılmaz bir biçimde kurtarma ve kurtarılma imgemizle birlikte olduğunda ısrar eden bir felsefe.

“Âşığın buyruğuna girmiş silik benlikle yazgıyı değiştirmek isteyen hınçlı benlik, şölenden dışlanmış uysal benlikle şölenden payını isteyen öfkeli ‘öteki’…”

Dostoyevski’nin kahramanlarından Aleksiy’in mağduriyetinde “aşk yazgısını değiştirme” isteği de saptıyorsunuz…

Dostoyevski çoğu zaman köle-efendi ilişkisinin, uşakla velinimeti arasındaki ilişkinin terimleriyle ele alır aşkı. En azından verdiğiniz örnekte, Kumarbaz’da Aleksiy’nin hayatında kibirli Polina’ya duyduğu tutkuda gurur yarası, incinmişlik, görülmemek ya da horgörülmek gibi duygular ağır basar. Âşığın buyruğuna girmiş silik benlikle yazgıyı değiştirmek isteyen hınçlı benlik, şölenden dışlanmış uysal benlikle şölenden payını isteyen öfkeli “öteki” Dostoyevski’nin başka romanlarında olduğu gibi burada da karşımıza çıkar.

Hem aşkın görünür kıldığı, hem de genel olarak mağduriyette, kırılan gururumuzu onarma çabasının yanında, mağduriyete gönüllülük de saklı olabilir mi?

Aşk benzetmesini çok da zorlamamak, oradan yola çıkarak büyük genellemeler yapmamak lazım. Bence gönüllülük demeyelim; çünkü kimse bile isteye haksızlığa uğramayı, zulmedilmeyi, ezilmeyi ya da aşağılanmayı istemez. Çok özel, istisnai örnekler dışında kimse istemez. Gönüllük dersek, sanki insanlar bunu davet ediyormuş gibi olur ki doğru değil. Ama bir kez kendini mağdur hissettikten sonra, bundan beslenmek, hatta yalnızca bundan beslenmek, bundan bir gurur çıkartmak, hatta bir kazanç elde etmeye çalışmak olabiliyor tabii. Edebiyatta da bunun birçok örneği var. Dostoyevski’nin örneğin Yeraltından Notlar’daki ustalığı, yeraltı adamının bilincinde bütün bu duygu ve düşüncelerin aynı anda varolduğunu anlatabilmiş olmasıdır bence. Orada haklı bir isyan duygusu kadar neredeyse zevke dönüştürülmüş bir sızlanma, yeraltına itilmişliğin acısıyla yeraltı gururu, hatta yeraltına sığınma arzusuyla yeraltından kazanç elde etme isteği hep yan yanadır. O halde mağdurluk demin konuştuğumuz gibi koşulları değiştirme çabasına, yani geleceğe açılabileceği gibi hayali intikama ya da hınca, geçmiş yaraları yeni baştan kanatıp o kanamadan beslenen bir dile de takılıp kalabilir. Hatta ırkçı-milliyetçi-dinci söylemlere takılıp kaldığını da biliyoruz. Orada saklı olan çeşitli iyilik ve kötülük ihtimallerini aynı anda düşünmemizi sağladığı için, buna imkân tanıdığı için hem gerçekçi hem trajik hem de güçlü bir yazar Dostoyevski. Böyle bir çok katmanlılık Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’da da var bence.

“Bu memleketin esas sahibinin kendileri olduğuna inananlar; bazı siyasetçiler, gazeteciler, köşe yazarları Orhan Pamuk’u ne yazdığına hiç bakmadan, hatta onu okumadan değersizleştirmeye çalıştılar”

“Yazarın Kibri” adlı denemenizde Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam adlı romanının sonundaki “Biliyordu, anlamazlardı,” cümlesinin okura da yöneldiğini saptıyorsunuz. Bu cümlede yazarın yeraltı gururunu ve o gurura eşlik eden incinmişliği görüyorsunuz. Orhan Pamuk ve Nobel meselesinde Türk edebiyatının, Türk yazarların dünya edebiyatı ve yazarları karşısındaki gururunda bir yaralanmışlık gördünüz mü?

Orhan Pamuk’a karşı girişilen harekatta, onu sonunda kendi toprağından, kendi dilinden etmeye varan hoyratlıkta hem kişisel hüsranların hem de ulusal gurur yaralarının önemli bir rolü oldu bence. Muhalif bir yazarın üstelik roman yazarlığı gibi birçoklarınca sufli görülen bir işle Batı’nın takdirini kazanmış olması birçoklarını kızdırdı. Batı Türkiye’yi takdir etmiyor, ama Orhan Pamuk’u takdir ediyor; bunu hazmedemedi birçok insan. Bu memleketin esas sahibinin kendileri olduğuna inananlar, başta da bazı siyasetçiler, gazeteciler, köşe yazarları Orhan Pamuk’u ne yazdığına hiç bakmadan, hatta onu okumadan değersizleştirmeye çalıştılar. Ama edebiyat dünyası da bundan epey payını aldı bence. Avrupa’yla girilmiş aşk-nefret ilişkisinden, son zamanlarda yaşanan bir dizi hüsran yüzünden nefret dozu iyice artmış olan bu ilişkinin doğurduğu karalama isteğinden payını aldı.

Bence bir roman kahramanı kıldığınız Cemil Meriç’in mağduriyet dilinde erillik kaybı ve dişil tehlike korkularına uzanıyorsunuz. Aynı korkulardan Türk edebiyatının payına düşen ne olmuştur sizce?

Bu korkulara burada çok az girdim, çünkü bunlar önceki kitabın, Kör Ayna Kayıp Şark’ın esas konusunu oluşturuyordu. Türk romanının bir etkilenme endişesine, onunla birlikte bir kadınsılaşma, bir çocukluğa çakılıp kalma, bir erilliği-erişkinliği yitirme korkusuna doğduğunu söylüyordum orada. Cemil Meriç’e dönersek, erillik meselesi önemli; çünkü Meriç “virilité”, “kabadayılık”, “erkeklik”, “celadet”, “efeminelik”, “hadım edilme” gibi kavramlara çok yer veriyor. Batı’yla mücadeleyi hep bir “erkekçe dövüşme” olarak tarif ediyor. Mağdurlukla “gür, erkekçe bir isyan çığlığı”nı ısrarla yan yana getiriyor. Ben de sormak istedim: Mustariplik ya da mazlumluk dili neden çoğu zaman böyle bir dile, eril bir acı diline kilitlenip kalıyor? Mağdurun dili illa böyle mi olmak zorunda? Kabadayılığa yaslanan bir gurur, haysiyet ya da namus dili mi olmak zorunda?

Cemil Meriç’in “yüceltirken, tam da yücelttiği anda alçalttığı”na işaret ediyorsunuz. Örneğin aydınları, yaşadıkları toplumu “Doğulu” diye küçümsedikleri için eleştirirken, Osmanlı için de “Dünyaya açılmayanların kaderi sabahtan akşama kadar istimnadan (otuzbir çekme) ibarettir,” diyor. Bu cümlede eril yeterliğin “kendi kendini doyuran erkek” imgesine dönüşmesinin an meselesi olduğunu saptıyorsunuz… Cemil Meriç’teki mağdur dilinde, mağdurlara gösterilmiş bir merhamet de görebilir miyiz?

Merhamet diyebilir miyiz, tam bilmiyorum, ama haksızlığa karşı bir isyan var tabii ki. Merhamet demiyorum, çünkü Meriç mağdurdan söz ederken, horlanmış ya da hakir görülmüşten söz ederken, kendinden farklı bir ezilmişler kitlesini kastetmiyor çoğu zaman. Kendini de bir mağlup, bir mağdur, bir mustarip olarak görüyor.

Mağdurun merhamet dileyen kalbine hangisi daha çok şefkat gösterir: Melek mi, iblis mi?

Haksızlığa uğramış, ezilmiş ya da aşağılanmışın bilincinin yekpare bir yer olmadığını, aynı anda birçok sese birden yer verdiğini anlatıyor bize edebiyat. Eğer yazılanlar melodramdan, romantik bir acı kutsamasından ya da hamasetten ibaret kalsın istemiyorsak, güçlü edebiyatçıların önümüzde açtığı ufku, örneğin Dostoyevski’nin hem gerçekçi hem çoksesli hem de trajik ufkunu önemsememiz gerekir. Yani mağdurun karanlığına bakabilmemiz, başkalarının iktidarıyla olduğu kadar kendi iktidarsızlığımızla da yüzleşebilmemiz gerekir.

Tolga Meriç

26 Nisan 2018 Perşembe

Şişme Ceset!

http://www.cumhuriyet.com.tr/video/video_haber/963879/istanbul_da_luks_sitede_korkunc_olay.html

İstanbul'da lüks sitede korkunç olay
Bayrampaşa'da lüks bir sitede Ukrayna uyruklu genç kadının 12. kat balkon korkuluklarına asılı bulundu.

Olay sabah saatlerinde Altıntepsi Mahallesi Çiftlik Caddesi üzerinde bulunan 25 katlı lüks sitenin 12. katında meydana geldi. Site sakinleri sabah uyandıklarında balkon korkuluklarında boynundan kemerle asılı bir kadın gördü. İlk başta cansız manken olduğunu düşünen çevredekiler gerçeği anlayınca durumu polis ekiplerine haber verdi. Olay yerine gelen polis ekipleri çevre güvenliği alırken, cesede ulaşılması için siteye itfaiye ekipleri sevk edildi. İtfaiye ekipleri merdivenle 12. kata çıkarak cesedi indirdi. Polis ekipleri intihar ettiğinden şüphelendiği genç kadının Ukrayna uyruklu Olena Tyhly (35) olduğunu belirledi. Genç kadının cesedi incelenmek üzere Adli Tıp Kurumu'na götürülürken, polis ekiplerinin konuyla ilgili başlattığı soruşturma sürüyor.

Deist ve Ateist olan Gençler: Şişede Durduğu Gibi Durmayan Dindar Nesil

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/961529/Muhafazakar_gencler_deizm__ateizm_ve_agnostizme_nasil_kaydiklarini_anlatti.html

Muhafazakar gençler deizm, ateizm ve agnostizme nasıl kaydıklarını anlattı

Geçmişlerinde muhafazakar olan gençler, deizme, ateizme ve agnostizme nasıl kaydıklarını anlattı.
Yayınlanma tarihi: 20 Nisan 2018 Cuma, 15:07
[Haber görseli]
Konya Milli Eğitim Müdürlüğü’nün “Gençlik ve İnanç” konulu çalıştayında, imam hatip öğrencilerinin dini bilgilerdeki tutarsızlıklar nedeniyle deizme kaydığı sonucuna ulaşılması siyaset gündeminin üst sıralarına taşındı.
Hükümet cephesinde sıkıntıya neden olan tespit, gençlerin anlattıklarına bakılırsa gerçeklikle uyuşuyor.
BBC Türkçe'den Selin Girit'e konuşan geçmişi muhafazakar gençler, nasıl deist, ateist ve agnostik olduklarını anlattı.
IŞİD sempatizanlığından ateizme giden yol

Anadolu'da bir kentte bulunan Bekir, muhafazakar yapıdaki bir üniversitede bir ilahiyat fakültesi öğrencisi.
20'li yaşlarının başındaki Bekir, imam-hatip lisesi mezunu ve aynı zamanda medrese eğitimi diye tabir edilen dini eğitimi de almış. Yakın bir tarihe kadar radikal İslamcı akımları, IŞİD ve El Kaide benzeri örgütleri sempatiyle izliyormuş.
Bekir bugün kendisini ateist olarak tanımlıyor.
"Lise 3'te medrese eğitimi de alıyorduk ve medresede olan bir arkadaşım vasıtasıyla girdim ben deizm ve ateizm muhabbetine. O da aynı şekilde radikal İslam'dan yana olan bir insandı, kendi çabalarıyla, yabancı kitapları okumaya başladı.
"Deizmi ilk o anlattı bize. İslam Peygamberinin insanlara davranışlarını, kendisine salavat getirtmesini, çok sayıda kadınla evliliklerini, Yahudileri öldürmesini, bir sürü konuyu daha eleştirmeye başladı arkadaş. Yavaş yavaş benim de kafama takılmaya başladı.
"Önce İslamiyet'i mantığa dayandırmak istiyorduk. İttire kaktıra baktık olmuyor. Sonra mantık olarak yorumlamaktan çıkarttık, Tanrı'ya inanmaya başladık sadece, deist olduk yani."
Bekir, ilahiyat fakültesine geldiğinde hala deist olduğunu, namazı, orucu bıraktığını, ancak daha sonra Tanrı'nın varlığını da sorgulamaya başladığını ve ateizme yöneldiğini söylüyor. Bekir'in ailesi halen bu düşüncelerini bilmiyor:
"Aileme ben ateist olduğumu söyleyemem. Babam başında takkeyle gezen bir adam. Annem günde yedi vakit namaz kılar. Beş vakit, üzerine kuşluk namazı, bir de gece namazı. Gerçekten muhafazakar bir aile yapımız var. Söyleyemem. Söylesem soğuma olur.
"Dinden uzaklaşmaya başlayınca depresyona sürüklendim. Çünkü çevreye karşı yabancılaşma duygusu oluşuyor. Ben medrese ortamındaydım. Namaz kılarken ya da her Muhammed'in ismi anıldığında salavat getirilirken kendi kendime şüphe duymaya başladım. Ne oluyor bana diyordum ben bazen, nereye gidiyoruz?"
Bekir, dine yüz çevirmesinde mevcut hükümetin ve icraatlarının da etkisi olduğunu söylüyor.
"Ben bu hükümete destek veren bir insandım. Hükümete desteğimin nedeni biraz daha hümanist davranmasıydı o zaman. Ama her baskı kendi isyancısını doğurur. Bizim üzerimizde baskı kurmaya çalıştıkları zaman biz de ister istemez tepki veriyoruz.
"Bugünkü dünya sisteminde çoğunlukla sağ partiler iktidarda. Daha çok dini savunan, din kisvesi altında insanları yolan sistemler var. Türkiye için değil başka ülkeler için de geçerli. Hükümetler dini sömürüyor. Örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı geçen sene en çok bütçe ayrılan ikinci kurumdu sanırım."

"Tanrı var mı yok mu bilmiyorum, beni çok ilgilendirmiyor"

Merve bir Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni. 20'li yaşlarının sonlarında. Kendisini agnostik olarak tanımlıyor. "Tanrı var mı yok mu bilmiyorum, beni çok da ilgilendirmiyor artık" diyor.
Merve'yle ilk olarak Beyoğlu'nda bir kafede buluşuyoruz. Kırmızı bir başörtüsü takıyor. "Beni Müslüman olarak tanımlayan tek şey bu başörtüsü artık," diyor. Gerek ailevi nedenlerle gerekse yaptığı işten ötürü başörtüsünü çıkarmadığını söylüyor. "Belki 1-2 yıla başörtümle de vedalaşabilirim ama şimdi buna gerek duymuyorum" diyor.
Merve'nin babası imam. Muhafazakar bir aileden geliyor. İmam-Hatip lisesi mezunu. İlahiyat Fakültesi'nde okumak istemediği için, bari öğretmen olayım diyerek Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliği üzerine eğitim almaya karar vermiş. Dinle ilgili araştırmalarının ve kendi tabiriyle "bilinçlenmesinin" de o döneme denk geldiğini söylüyor:
"Benim radikale kaçan bir Müslümanlığım vardı. Daha birkaç yıl öncesine kadar erkeklerle tokalaşmazdım bile. Kendimi Müslüman olarak tanımlıyor, hayatımı o şekilde yaşamaya çalışıyordum.
"Beş vakit namazımı kılıyordum. Nafileleri yerine getirmeye çalışıyordum. Orucumu tutuyor, Kuran okuyor, ilmihal bilgileri olsun, hadis olsun o tarz şeyleri tamamlamaya çalışıyordum. Tefsir, hadis derslerine gidiyordum."
'Benim için sığınacak en büyük şeydi Tanrı'
Merve dinle ilişkisinin yıllar süren bir sorgulama sonucunda değiştiğini, belli başlı kırılma noktaları yaşadığını -zaman zaman gözyaşları içinde- anlatıyor:
"Ben öğretmen olmak hiç istemedim. Ama bir şekilde öğretmen oldum, atandım. O beni çok yıktı. Millet sevinçten ağlar, ben üzüntüden ağlamıştım. Tercihleri yaparken ağlıyordum ve dua ediyordum öğretmen olarak atanmayayım diye. Tamamen Allah'a bırakmıştım.
"Atanmayacağıma o kadar yürekten inanmıştım ki, olduğunda beni tepetaklak etti. Hayatım altüst oldu. Güvendiğim, inandığım o ilahi konumdaki şey sarsıldı. İlk şüphelerim öyle başladı açıkçası.
"Benim için sığınacak en büyük şeydi Tanrı, ama artık sığınamayacağımı, dualarımın ne kadar istesem de kabul olmayacağını net bir şekilde görmek düşüncelerimi çok sarstı."
Bütün bu süreç Merve için hiç de kolay geçmemiş. Çevresinden, arkadaşlarından uzaklaşmış. Dertlerini, kafasını kurcalayan soruları ailesiyle konuşamamış. Giderek yalnızlaşmış. Bir sabah, büyük bir depresyonun kucağında uyanmış. Saatlerce ağlamış. Bari dua edeyim demiş. Sonrasını şöyle anlatıyor:
"İçimden Tanrı'yla konuşmaya başladım. 'Bak ben bu haldeyim, bana bir çıkış yolu ver.' Ama onu söylerken fark ettim. Dua ettiğimde bir muhatabım var mı yok mu şüphedeyim, diye düşündüm. Dedim ben bugün ya delireceğim ya intihar edeceğim.
"Sabah uyandım. Sanki o gün, o gece hiç yaşanmamış gibi. Sonra oturdum düşündüm. Dedim ben artık inanmıyorum resmen. İmanın şartlarını düşündüm. Dedim, ben inanmıyorum ya cennete cehenneme."
Merve ilk önce dua etmeyi bırakmış. Ardından namaz kılmayı. Oruç tutmaya ise daha bu yıl son vermiş. Ailesi hala bu yaşadıklarını bilmiyor.
'Bir erkeğin karşısına ilk kez başörtüsüz çıktığımda hem çok rahat hem çok tuhaf hissettim'
Merve'yle evinde yeniden buluştuğumuzda bizi başı açık bir şekilde karşılıyor. Aramızda "namahrem" tabir edilebilecek bir erkek de var. Artık evde başörtüsü takmamaya karar vermiş. O süreci de şöyle anlatıyor:
"Dedim ki ben Tanrı'yı, dini inkar edeceksem bu örtüyü de çıkarmam lazım. Ama bunu yapamayacağımı fark ettim. Din kültürü öğretmeniyim. Bu yapılabilir belki ama ben yapamam. Ya öğretmenliği bırak ya da bu konuyu hallet. Şu an başımı açamayacağım dedim.
"Sonra dedim benim evime sucu geliyor, tamirci geliyor, yemek siparişini getiren adam geliyor ve ben onların karşısına çıkarken de başıma ufacık da olsa bir şey alıyorum. Niye bunu yapıyorum? Artık bunu yapmamaya karar verdim.
"Bir erkeğin karşısına bilinçli bir şekilde ilk kez başörtüsüz çıktığımda hem çok rahat hissettim, hem de çok tuhaf. Ama şimdi çok rahatım. Çünkü ben kendimi artık böyle tanımlıyorum.
"Ders verirken bazen çocuklar sorular soruyorlar. Öğretmenim başörtüsü takmak gerçekten gerekir mi, ben büyüdüğümde saçım görünürse günah olur mu? Şu an ona karar vereceğiniz bir durum yok, 18 yaşına gelin ne isterseniz yaparsınız diyorum. Böyle cevap vermek beni rahatlatıyor."
'Başımı kapatınca herkes beni kadın zannediyordu'
Leyla, 20'li yaşlarının sonunda. Muhafazakar ailesini geride bırakmak ve 11 yaşındaki kızına kendi yaşadıklarını yaşatmamak için Avrupa'da bir ülkeye yerleşmiş. Leyla hiçbir dine inanmadığını, kendisini deist olarak ifade ettiğini söylüyor.
Leyla'nın ailesi o beş yaşındayken keskin bir dönüşüm geçirmiş. Liberal bir aileyken, radikal bir dönüşle İslamcı bir aileye evrilmişler. Ailesi, 11 yaşındayken başını kapamasını istemiş. Bu Leyla'da yıllar sürecek bir travmaya yol açmış.
"Başımı kapatınca herkes beni kadın zannediyordu. Sokakta öyle davranıyorlar, hanımefendi diyorlardı. Ama ben daha bir çocuğum ve bana çocuk diye seslenmelerini istiyorum.
"Bir gün dışarı çıkmak istemiyorum çünkü paten kayacağız. Paten kaymaktan utanıyorum, tuhaf görünüyorum çünkü. Küçük bir çocuğa büyük bir elbise giydirilmiş gibi, cüce gibi hissediyorum kendimi.
"Sadece başörtüsü takmamı da istemiyorlar. Uzun ceket giydiriyorlar. Ben karşı çıkmıştım. Babam da 'Sen örtünden utanıyor musun, kimliğinden utanıyor musun?' diye feci bir kavga etmişti benimle."
Leyla, 17-18 yaşına geldiğinde dini yumuşatarak yaşamaya başlamış. Özellikle kadınlara yüklenen sorumluluk ile erkeklere yüklenen sorumluluğun farklı olması kafasını çok kurcalamış. "Bir yaratıcı varsa nasıl olur da yarattığı her canlıya eşit hak tanımaz?" diye sorgulamaya başlamış.
Önce pardesüyü çıkarmış, sonra kot pantolon giyip başını örtmüş, sona örtü biraz biraz arkaya kaymaya başlamış ve nihayetinde de üniversite okumak için gittiği Avrupa'da bir gün bakkala giderken başını açıvermiş. Ondan sonra da bir daha başörtüsü takmamış.
Leyla'nın babası halen kendisinin deizme kaydığını bilmiyor. Babası öğrenirse, "Ablan üniversiteye gitti de açıldı, sen de açılırsın" diyerek kız kardeşini üniversiteye yollamamasından endişe ediyor. "Ben kendi yoluma gittim diye kardeşime baskı yapmasını istemem" diyor.
Leyla bugünkü düşüncelerini şöyle açıklıyor:
"Bence dünya deizme kayıyor. Semavi dinler yürürlüğünü benim neslimde kaybettiler. Ne Hristiyanlık ne Yahudilik ne Müslümanlık götüremiyor kendini artık. İnsanlar bir dine bağlı olmak istemiyorlar.
"Ama Tanrı'yla da bir kavgaları yok. Tanrının varlığı ya da yokluğu onları rahatsız etmiyor. Bir yaratanın olması beni rahatsız etmiyor. Birçok arkadaşım için de durum böyle. Ama dinin varlığı sana bir sorumluluk yüklüyor. İbadet etmeni istiyor. Bazı şeyleri yapmamanı istiyor. Senin doğru insan anlayışının dışında bir kimlik sunuyor sana. Ama Tanrı'nın varlığı sana bunu sunmuyor.
"Bence deizme kaymanın asıl sebebi bu: İnsanlar artık bireysel. Toplum adına şekillenmiyor, kendi bireyselliğiyle şekilleniyorlar. Deizm sana bireyselliğini veriyor, ama din bireyselliğini alıyor.
"Ben Tanrı'dan beni yaratmasını talep etmedim. Tanrı da benden varlığımın karşılığında hiçbir şey talep edemez. Kuşlar ağaçlar gibi yaşama hakkım var. Tek sorumluluğum diğer hiçbir canlıyı taciz etmemek."
'Sartre'nın Bulantı romanı gibi'
Ömer, 30'lu yaşlarının başında. 15 Temmuz'dan birkaç ay sonra KHK'yle görevinden ihraç edilen bir kamu çalışanı. Evli ve çocuklu. Halen çalışmıyor.
Ömer Sünni, dindar, muhafazakar ve siyasi olarak da önceleri Milli Görüş, sonra AKP çizgisinde konumlanan bir ailede büyümüş.
Kendisini birkaç yıl öncesine kadar dindar olarak tanımladığını, dini cemaatlerle bir ilişkisi olmamasına karşın onlara sempatiyle baktığını, şu an ise hepsinden nefret ettiğini söylüyor.
Kendisini deist olarak tanımlamıyor, ama inancını kademeli olarak yitirmeye başladığını anlatıyor.
Kendisinden dinleyelim:
"Okumayı seven bir çocuktum; evde bulunan ve kimsenin okumadığı 'Peygamberler Tarihi', 'İslam Tarihi', 'Peygamberimizin Şemaili' gibi pek çok koca koca ciltli kitapları ortaokul döneminde okuduğumu hatırlıyorum.
"Bu atmosferde namaz, oruç gibi ibadetlerini aksatmayan, günahlardan uzak durmaya çalışan, eğitim hayatında da başarılı olan bir genç olarak büyüdüm.
"Birkaç yıl önce dindar siyasi iktidarın bazı uygulamalarının doğru olmadığını düşünmeye, olaylara eleştirel yaklaşmaya başladım. Bu eleştirel tutumumun dozajı sürekli arttı. Zamanla kendiliğimden İslamcı yaklaşımla arama mesafe koymuş oldum.
"Yanlış hatırlamıyorsam namaz kılmayı 2014 ya da 2015'te, pek de üzerinde düşünmeden bıraktım. Oruç ya da Cuma namazı gibi ibadetlerimi bir süre daha devam ettirdim.
"15 Temmuz'un ardından görevimden ihraç edilmem ve çevremdeki dindar bildiğim insanların umursamazlığı ise benim için tam bir kırılma noktası oldu.
"Tanrı'yla ilgili, hareket tarzıyla ilgili düşünmeye başladım. Ciddi bir yabancılaşma yaşadım. Aslında Jean Paul Sartre'nın Bulantı romanında yaşananlara benzetiyorum yaşadığım süreci.
"Son bir yıldır, eskiden ezberlerime uygun olarak peşinen reddettiğim evrim teorisi gibi hususlar üzerine okumalar yapıyorum ve büyük bir pişmanlıkla bu içi boş dindarlığımı terk ediyorum.
"Kendimi deist olarak tanımlamıyorum. Böyle demek istemiyorum. Bir Müslümanım. Gelecekte, Allah ile olan ilişkimi İslam'ın özü temelinde doğru bir şekilde inşa etmeyi planlıyorum; tabii mümkün olursa.
"Arkadaş çevrem benimle çok benzer süreçler yaşıyor. Kayınpederim, ateist olmadan hayatını tamamlamak istemediğini ifade ediyor ki kendisi halen beş vakit namazlarını kılan bir hacıdır."

24 Nisan 2018 Salı

Onur!

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/04/20/ayse-ogretmen-yasadiklarimi-resmetsem-tuvale-siyahi-firlatirim/

Ayşe Öğretmen: Yaşadıklarımı resmetsem tuvale siyahı fırlatırım

8 Ocak 2016 akşamı telefonla katıldığı Beyaz Show programında ölümlere karşı duyarlılık isteyen resim öğretmeni Ayşe Çelik, olağanüstü bir gelişme olmazsa bugün (Cuma), altı aylık bebeği Deran’la birlikte hapse girecek. Ayşe Öğretmen propaganda yapmadığını, yaşananların tanığı olarak konuştuğunu söylüyor ve ekliyor: “Ben sadece insanların yüreğine seslenmek istedim. Sosyal medyada veya televizyonlarda gördüklerimden etkilenip de konuşmuş değildim. Bizzat olayların içinde yaşamış biri olarak konuştum o akşam.”
8 Ocak 2016’da telefonla bağlandığı Beyaz Show programında “Ülkenin doğusunda yaşananların farkında mısınız? Çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın” dediği için “terör örgütü propagandası” yaptığı iddiasıyla 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılan resim öğretmeni Ayşe Çelik, namı diğer Ayşe Öğretmen, Anayasa Mahkemesi’nin aksi kararı çıkmazsa bugün, (20 Nisan, Cuma) doğup büyüdüğü Diyarbakır’da, altı aylık bebeği Deran’la birlikte hapse girecek.
Söz konusu TV programına katıldığından beri, politik olmayan herhangi bir insanın kaldıramayacağı düzeyde ağır psikolojik baskıya maruz kalan, sosyal medyada aleyhinde kampanyalar yürütülen, (neyse ki lehte de çok sayıda kampanya yürütüldü) üstelik bu koşullarda doğum yapan Ayşe Çelik’in tek kaygısı, çoklu alerjik teşhisi konan bebeğine hapishane koşullarında nasıl bakacağı. Ayşe Öğretmen, programda yaptığı konuşmasının arkasında: “Suç işlemedim, onurumla, gururumla, şerefimle ayaktayım” diyor.
Ayşe Çelik’le, hapse girmesi muhtemel cuma gününün arefesinde Diyarbakır’da buluştuk. Kendisini o akşamki konuşmaya sürükleyen koşulları, öğretmenlik yaptığı Silvan’daki tanıklığını, sonrasını ve geleceği konuştuk. Şimdi susalım ve sıradan bir insanın, sıradan bir şov programında sarfettiği sıradan sözlerin arka planını ve tarihte bırakacağı izi olayların tanığı ve mağdurundan dinleyelim…
Anayasa Mahkemesi sizin dosyanızı gündeme almış olsa da yarın (cuma) hapse girme riskiyle karşı karşıyasınız. Bir yandan AYM kararını bekleyip bir yandan hapse girmeye hazırlanıyorsunuz. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Anayasa Mahkemesi olumlu bir karar da verse, bu geç kalınmış bir karar olacak. Çünkü bir kere ben bu süreçte yaşayacağımı yaşadım, çekeceğimi çektim. İki buçuk yıldır çok kötü günler geçirdim ve uzun bir süre daha bunu yaşayacağım. Üstelik ortada suç teşkil edecek tek bir sözüm yok. Ben sadece insanların yüreğine seslenmek istedim. Sosyal medyada veya televizyonlarda gördüklerimden etkilenip de konuşmuş değildim. Bizzat olayların içinde yaşamış biri olarak konuştum o akşam.
Öğretmenliğe ne zaman başladınız?
Ben Diyarbakır’ın Sur ilçesinde doğduktan birkaç yıl sonra şehir merkezine gelmişiz. 2008 yılında üniversiteden mezun olunca Silvan’da ücretli öğretmen olarak çalışmaya başladım. Atanmayan öğretmenlerden biriyim. Aslında gündemimiz bu olmasa, atanmayan öğretmenler konusunda da anlatacak çok şeyim var. Ücretli öğretmen olunca özlük haklarından mahrum çalışıyorsunuz.
Ne öğretmenisiniz?
Resim öğretmeniyim. 2008’den 2015’e kadar Silvan’da çalıştım. Fakat Beyaz Show’a katılmadan önce, Halk Eğitim’de ek ders karşılığı yaptığım öğretmenliğim, sözleşmem bittiği için sonlanmıştı.
‘ÇOCUKLARIN AĞLAYIŞLARINI UNUTAMIYORUM’
Beyaz Show’a Silvan’dan mı bağlanmıştınız?
Hayır, Ağustos 2015’teki sokağa çıkma yasağı yüzünden Silvan’dan çıkıp Diyarbakır’a gelmiştik. Programa Diyarbakır’dan bağlandım. Sokağa çıkma yasağı sırasında Silvan’da, çatışmaların ortasında kalmıştık. Kavurucu sıcakların yaşandığı o günlerde evden çıkamıyorduk ve her tarafta bomba sesleri yankılanıyordu. Elektrik, telefon, İnternet kesilmişti. Temel gıdalara erişimimiz söz konusu değildi; dışarıyla iletişim kuramıyorduk. Evde yiyecek ekmeğimiz bile yoktu. Kim kime ne verebiliyorsa, kimin neye daha fazla ihtiyacı varsa, komşular bunun için dayanışıyordu. O zaman çocuğum olmadığı için eşimle birlikte açlığa dayanıyorduk ama hastası, çocuğu, yaşlısı olan aileler vardı. Zamanla komşuların da gıdası bitti. Bizim açlığımız anlatmaya değmez ama o çocukların ağlayışlarını unutamıyorum.
Silvan’dan nasıl, ne zaman çıktınız?
Bir ara sokağa çıkma yasağı kaldırılınca hemen Diyarbakır’a gelip ev aramaya başladık. Ev bulur bulmaz Silvan’a, eşyalarımızı almaya gittik. Taşınacağız derken tekrar sokağa çıkma yasağı başladı ve orada mahsur kaldık. Üstelik evimizde bir parça ekmek, bir adet yumurta bile yoktu. Dört katlı bir apartmandaydık ve komşularımız, çocukları olduğu için bizden daha muhtaçtı. Başka bir apartmana gidip bir şey istemek zaten mümkün değildi, çünkü dışarı çıkmak yasaktı. Geceleri, elektrik olmadığı için daha fazla ürkütücüydü. Mermi izleri dışında bir ışık görmüyorduk. Bir apartman arkamızda neler olup bittiğini bilemezken, korkunç patlama sesleri duyuyorduk. Eşimle kör bir kurşuna maruz kalmamak için günlerce evin antresinde yatıp kalktık. Korkunç bir sıcak var ama pencereleri açamıyoruz. Her şey bu kadar üst üste gelince başımı ellerimin arasına alıp saatlerce çığlık attığımı, ağladığımı hatırlıyorum. İçler acısıydı; dayanılacak gibi değildi. Yoksa ben neden evimi-barkımı bırakıp Diyarbakır’a geleyim! Unuttuğumu sanmıştım ama size anlatınca hepsini tekrar hatırlıyorum.
Kaç doğumlusunuz?
1986’da doğdum.
O halde Diyarbakır’ın 1990’lı yıllarını hatırlıyorsunuz, değil mi?
Hayır, çünkü o zaman daha çocuktum. Üniversiteyi burada, Dicle Üniversitesi’nde okudum.
Eşyalarınızı almaya giderken mahsur kaldığınız Silvan’dan daha sonra nasıl çıkabildiniz?
Sokağa çıkma yasağı kalkmadığı için evde, aç halde kalakaldık. O korkunç seslerin ortasında bırakın günleri, dakikalar bile geçmek bilmiyordu. Arada apartmandaki komşulara gidiyor ve o çocukların her patlama sesiyle nasıl irkildiklerini, ağladıklarını, çığlık attıklarını görüyordum. Tüm bunları görmemek için bir süre sonra komşulara da gitmek istemedim. Biz bir şekilde dayanıyorduk ama çocukların o haline dayanamıyorduk. Anne olunca o çocukları da, annelerini de daha iyi anladım. Evladının bu korkuyu yaşamasına, bunlara şahit olmasına hiçbir anne katlanamaz.
‘İNSANLAR NASIL OLUYOR DA DİZİLERE AĞLAYIP GERÇEK HİKÂYEYE İNANMIYORLAR?’
Böylesi bir travmadan sonra çocuk doğurmak size nasıl geldi?
Deran yıllarca beklenen bir bebekti. Takdiri ilahi herhalde. Kulun bir hesabı olabilir ama Allah’ın da bir hesabı var. Yoksa böyle bir süreci yaşamış biri olarak, tutuklanacağımı bile bile anne olur muydum? Anne olmayı her zaman istedim ama kendimle beraber çocuğumu böyle bir sürece bile bile sürükler miyim! Hakkımda çok şey yazılıp çizildi. Çocuğunu kullanıyor, duygu sömürüsü yapıyor diyenler bile oldu.
Bu tür yorumları okuyunca ne hissediyorsunuz?
İnsanlığımdan utandım. Özellikle kadınların bu tür yorumlarını okuyunca kitleniyor, “yazıklar olsun” bile diyemiyordum. Böyle düşünüp de nasıl yaşayabiliyorlar, anlayamıyorum. Ekranlarda bir sürü dizi dönüyor, değil mi? Aralarında hapishane dizileri de var. Anneler, evlatları, acılar… İnsanlar bu dizileri izlerken bile duygulanıp ağlıyorlar. Büyük olasılıkla bana bu tür yorumları yapan insanlar bile o sahneleri izlerken duygulanıp ağlayabiliyorlar. Fakat gerçek hayatta böyle bir kadına inanmıyorlar! Senaryosu yazılmış, tamamen kurmaca olduğunu bile bile izledikleri diziler bu insanları duygulandırırken nasıl oluyor da gerçek bir hikâye onları duygulandırmıyor? Nasıl oluyor da kurmaca bir diziye inanıp ağlıyorlar da gerçekliğe inanmıyorlar?
Deran ne demek?
Ben de ilk defa bir arkadaşımdan duydum. Kürtçede “güzellik”, Osmanlıcada da “derhal” anlamına geldiğini söyledi. Başka isimler vardı aklımda ama bu isim hoşuma gitti.
Sokağa çıkma yasağına geri dönelim. Son aşamada Silvan’dan nasıl çıkabildiniz?
Ailemle iletişime geçemiyorduk zaten. Neyse ki biz mahsur kaldıktan bir süre sonra sokağa çıkma yasağı kalktı. Zaten daha önce Diyarbakır’da ayarladığımız nakliyeciyi aradık ve o gelir gelmez de çıktık. Aynı esnada başka aileler de ilçeden çıkıyordu. Daha sonra konuştuğum bazı tanıdık aileler, hasta çocuklarını bile zırhlı araçlar eşliğinde hastanelere götürebildiklerini anlatmıştı. Tabii Silvan gibi Sur’da da Cizre’de de Nusaybin’de ve başka yerlerde de benzer olaylar yaşanıyordu.
‘YAŞAMAKLA DUYMAK VE İZLEMEK ARASINDA DAĞLAR KADAR FARK VARMIŞ’
Yaşadığınız mahallede büyük bir tahribat oldu mu?
Hayır, çünkü olaylar aslında üç mahallede yaşanıyordu. Bizim evimiz bu mahallelerden birinin çok yakınındaydı. Diyarbakır yoluna da çok yakın bir mahallede olduğumuz için ilçeden çıkarken nasıl bir yıkım olduğunu göremedik. 16 Nisan referandumu için oy kullanmaya gittiğimde yıkımı görebildim.
Nasıldı durum?
İçler acısıydı. O evlerde yaşayan insanlar neler hissetti, şu an neredeler, yaşıyorlarsa nasıl çıkabildiler… Çatışmalar başladığı andan itibaren hep “sıra bize ne zaman gelecek” diye düşünüp duruyordum evde. O kadar patlama sesi duyuyorduk ki, evden çıktığımızda sokaklarda yüzlerce ceset, yaralı insan göreceğimizi düşünüyordum. Hakikaten yaşamakla duymak ve izlemek arasında dağlar kadar fark varmış.
Politik bir ailede mi büyüdünüz?
Hayır, kendi halinde yaşayan, sıradan bir ailede büyüdüm. Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’nden mezun olduktan sonra Dicle Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne girdim. Babam TEKEL emeklisi. Altı kız, bir erkek, yedi kardeşiz. Kendimi fark ettiğim andan beri benim için tek tutku resim yapmaktı. İlkokulda Mesut adında bir resim öğretmenimiz vardı. Onun da resme tutkum üzerinde çok etkisi oldu. Öğrencilerini çok seven, duyarlı, ilgili, kendini işine adamış bir öğretmendi.
Gazeteci-ressam Zehra Doğan da Silvan’dakine benzer çatışmalara Nusaybin’de tanık oldu ve bu tanıklıklarını resme aktardı. Bu yüzden de hapis cezasına çarptırıldı.
Evet, Zehra’yı, başına gelenleri biliyorum. Çalışmalarını da gördüm. Onun resimlerini şu an ismini hatırlamadığım bir ressamın çalışmalarına çok benzetiyorum.
‘YAŞADIKLARIMI RESMETSEM, SİYAH YAĞLIBOYAYI TUVALE FIRLATIRIM’
Siz bu tanıklıklarınızı resmettiniz mi hiç?
Şartlarım, imkânlarım, ruh halim elvermediği için resimden bile uzaklaştım. Aslında kendimi resimle ifade edebilirdim ama iki buçuk yıldır hayatım tepetaklak oldu.
Yaşadıklarınızı tuvale aktarsanız, nasıl bir tablo çizersiniz?
Siyah bir yağlıboyayı tuvale fırlatırdım. Muhakkak arada tuvalin beyaz renkleri kalacaktı ki, onlar da benim açımdan umudu simgelerdi. Karakalemle aram çok iyi değil, daha ziyade yağlıboyayla sürreal çalışmayı seviyorum. Son zamanlarda duvar boyamayı seviyor, “eskiyi yenile”yle ilgileniyordum. Resim yapmak bambaşka bir şey ama çalıştığınız malzeme her neyse, duygularınızı aktarabiliyorsunuz. Atık malzemeleri yenileyince insan muazzam bir duyguya bürünüyor. “Bu malzemeden bir şey olmaz”, “alın önümden, bundan bir şey çıkmaz” dediğiniz herhangi bir şeyi, uğraştığınızda bambaşka bir şeye çevirebiliyorsunuz. Eskiyi yenilemenin verdiği hazzı anlatmak imkânsız.
Sizce bunca yıkım yaşanmış olan Silvan’ı ve diğer yıkım bölgelerini yenilemek mümkün mü?
Eski ve çok kötü bir tuvalin üzerine astar çekip başka bir resim yaptığınızı düşünün. Astar çekseniz de izi yeni resme mutlaka yansır. Yaralar kapanabilir, iyileşebilir ama o his, o yaşanmışlıklar bir yerden kendini mutlaka gösterir. Hiçbir bilgi unutulmaz ama kalbinizin derinliklerine işlemiş bir acı nereye giderseniz gidin, ne yaparsanız yapın, size eşlik eder. Bir resme, bir müziğe, bir sese yansır o acı.
Yaşadığınız acıyla, örneğin sizinkinden çok daha fazla hapis cezasına çarptırılan, çocuğunu hapiste büyütmek zorunda kalan, sürgüne giden insanların acıları arasında bir mukayese yapıyor musunuz?
Yapamam, çünkü herkesin acısı kendisine göre ağırdır. Allah kimseye, kaldıramayacağı yükü vermesin. Siz benimkinden daha ağır bir acıyı kaldırabilirsiniz belki. Ama ben size hafif gelecek bir acıyı kaldıramayabilirim.
‘HEPİMİZ BİRBİRİMİZE ‘SEN DUR, BENİM DERDİM DAHA BÜYÜK’ DEYİP DURUYORUZ’
Dayanışma bu tür yükleri hafifletmiyor mu?
Parmağı yananın acısını ancak parmağı yanan bilebilir. Empati diyoruz ama empati kurmuyoruz. İki komşu bile yan yana geldiğinde birbirlerine “senin derdin benimkinin yanında dert mi” diyebiliyor. Hepimiz birbirimize “sen dur, benim derdim daha büyük” deyip duruyoruz.
Yaşadığınız büyük derde dönelim tekrar. Silvan’dan Diyarbakır’a geldiniz…
Evet, bir daha yasak ilan edilebilir ve tekrar evde mahsur kalabiliriz diye apar topar, ayağımızda terlikle çıktık Silvan’dan. Diyarbakır’a geldikten birkaç gün sonra annemlere gittim. Yan apartmanda düğün vardı. Bir ara havai fişek patlatılınca gayriihtiyari başımı ellerimin arasına alıp çığlık attım. Tabii o sıralarda çatışmaların başladığı Sur, kaldığımız evden çok uzaktı… Yine, bir gece sabaha doğru uykuyla uyanıklık arasında inanılmaz patlama sesleri duymaya başladım. Burası Diyarbakır mı, Silvan mı, kestiremiyorum. Kalkıp evi, tüm odaları dolaştım. Nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Böyle bir ortamdı yani.
Beyaz Show’u ne zaman aradınız?
Daha önce izlediğim bir program değildi. Annemler bizden gittikten sonra evi toparladım. Oturup televizyonu açtım ve Beyaz Show ekrandaydı. Şarkılar söyleniyor, gülüşülüyor, konuşuluyor, eğleniliyordu. “Hani Türkiye’de yaşıyorduk” diye düşündüm. “Hani Türkiye’nin doğusuyla batısı birdir” diyorduk… Türkiye’nin doğusu kan ağlarken, insanlar ölürken… Bakın, “insan” kelimesini üstüne basa basa söylüyorum, insan! Kürt, Türk, genç, yaşlı, çocuk ayrımı yapmadan, hiçbir insan ölmesin diyorum. Az önce söylediğim gibi, unuttuğumu, yaranın kabuk bağladığını sanmıştım ama o yayında o yaşadıklarım tekrar aklıma geldi. Yayında gerçekten ağladım. Ben Diyarbakır’da doğup büyüdüm. Başka metropollere filan gitmedim. Böyle bir programın, böyle bir konuşmanın bu kadar insana hitap edeceğini, tüm Türkiye’den izleneceğini tahmin dahi etmemiştim. Sosyal medya da kullanmadığım için söylediklerimin nereye nasıl taşınacağını düşünememiştim. Facebook hesabım vardı ama aktif değildim. Sadece yaptığım resimleri paylaşıyor, sanata dair şeyler takip ediyordum. Bağlantıda, burada insanlar ölüyor, siz de sanatçı olarak bu yaşananlara sessiz kalmayın dedim.
‘ÖLECEĞİM GÜNE KADAR VİCDANIM RAHAT OLACAK’
Sonradan o programı hiç izlediniz mi?
Bana terörist, hain, sahtekâr dediler. Farkında olmadan nasıl bir yanlış cümle kurdum diye defalarca o programı izledim. Suç teşkil edecek kelime nerede diye defalarca dinledim. Kim ne derse desin, sonuç, ceza ne olursa olsun öleceğim güne kadar vicdanım rahat olacak ve söylediklerimin arkasındayım. Ben bir suç işlemedim.
Konuşmanızın skandalize edildiğini ne zaman öğrendiniz?
Programdan sonra arkadaşlarım sosyal medyada yazılıp çizilenleri bana mesajla yollamaya başladı. “Bu kadar basit düşünülemez” diye düşündüm. Din, dil, ırk, mezhep aidiyetinden bağımsız olarak dinleyen her insan, o konuşmanın samimiyetle yapıldığını görür. Neyse, bu arada İstanbul’da gözaltına alındığımı duydum! Oysa ben o sırada Diyarbakır’daydım. Olmadık şeyler yazılıp çiziliyordu. Cuma günü yayına bağlandım, Pazar gecesi gerçekten gözaltına alındım. Bu hayatımda yaşadığım ilk gözaltıydı. Sabaha doğru da serbest bırakıldım.
Gözaltı sonrası dönem nasıl geçti sizin için?
Korktum, dışarı çıkamadım. Neyle karşılaşacağımı bilemiyordum.
Katıldığınız programda insanlardan hassasiyet beklediğini söylemiştiniz. Fakat siz Silvan’dan Diyarbakır’a döndüğünüzde, annenizin yan apartmanında havai fişekli düğün kutlamalarına tanık olmuşsunuz. Üstelik aynı günlerde, aynı şehrin içinde, Sur’da çatışmalar oluyordu…
Evet, şehrin bir yanında insanlar kan ağlarken, öbür yanında hayat olağan akışında sürüyor, insanlar kafelerde oturuyordu. Buna daha sonra tanık oldum, bazı şeyleri daha sonra idrak ettim. Anladım ki, ateş düştüğü yeri yakıyor.
‘DERAN BİR GÜN ONLARIN KALBİNE DOKUNACAK’
Psikolojik olarak hapse hazır mısınız?
Nasıl hazır olabilirim ki! Deran olmasa, suç işlemediğim halde gidip yatar, çıkardım. Ama kendimden çok kızımı düşünüyorum. Çünkü onun çoklu gıda alerjisi var ve hapishane koşullarında ona nasıl bakabileceğimi bilemiyorum. Deran’a özel bir diyet mama veriyoruz. Fakat Deran bu mamayı sevmediği için ancak uyurken içirebiliyoruz. Uzun süredir ev-hastane arasında gidip geliyoruz. Günde birkaç kez ishal oluyor, sürekli kusuyor. Üç ayda on gram bile almadı. Süt ve süt ürünlerini veremiyoruz. Kızım annesinin sütünü içemiyor. Deran’ın bu sağlık problemleri varken hapse girmek benim için cehennem azabı gibi.
Diyarbakır’da doğup büyüyen ama politik olmayan biri olarak bir şov programına telefonla bağlanıp son derece sıradan şeyler söylediniz ve hayatınız tümden değişti…
Evet, herkesin, her zaman söyleyebileceği şeyler söyledim. Bir öğretmenin, bir kadının, bir annenin “insanların ölmesine duyarsız kalmayın, ses verin” demesinden daha doğal ne olabilir? Herkesin bildiği ama o günlerde kimsenin dile getirmediği şeyi söyledim.
Eğer bu günleri anlatacak bir resim yapsam, siyah bir yağlıboyayı tuvale fırlatırım; arada kalan tuvalin beyaz renkleri de umudun simgesi olur, dediniz. Sizce umut nedir?
Hayatımın hiçbir döneminde karamsar olmadım. Umut, bir insanı hayatta tutabilen en büyük güçtür, yaşama sebebidir. Elbette bu günler geçecek. Geçerken derin yaralar bırakacak, bizden çok şey alıp götürecek. Ama onurumla, gururumla, şerefimle ayaktayım. Beş sene, on sene, yirmi sene sonra geri dönüp “keşke yapmasaydım” dediğim hiçbir şey olmadı ve olmayacak da. O programda yaptığım konuşma da buna dahil. Bana bu cezayı verenler, hayatları boyunca vicdan azabı yaşayacak. Bu cezayı bana değil, kendi vicdanlarına verdiler. Biz Deran’la içeri girdikten sonra, Deran onların aklına gelecek…
Buna inanıyor musunuz?
Süreç, memleketin hali ne olursa olsun, herkesin kalbinde biraz vicdan, biraz insanlık vardır. Farkında olurlar veya olmazlar, vicdanlarını bastırırlar veya bastırmazlar, bilemem. Ama Deran bir gün onların kalbine dokunacak.

5 yıl sonra komadan uyandı ama 1980'de yaşıyor

 https://www.gazeteduvar.com.tr/5-yil-sonra-komadan-uyandi-ama-1980de-yasiyor-galeri-1730230?p=7 5 yıl sonra komadan uyandı ama 1980'de ...