İzleyiciler

31 Temmuz 2018 Salı

Otobanda Ölü Kediyi de Boyadılar

http://www.cumhuriyet.com.tr/foto/foto_haber/1042158/2/Yolda_cizgi_calismasi_yapan_ekipler_olu_kediyi_de_boyadi.html

Yolda çizgi çalışması yapan ekipler ölü kediyi de boyadı

31 Temmuz 2018, Salı
Haber görseli
1
Mardin’de termoplastik boya ile yol çizgi çalışması yapan ekipler, farkında olmadan yol kenarında bulunan ölü kedinin de üzerini çizdi.
Mardin-Midyat Karayolu üzerinde bulunan Hop Geçidi’nde termoplastik boya ile yol çizgi çalışması yapan ekipler, farkında olmadan ölü bir kediyi de boyadı.


Haber görseli
2
Yarısı beyaz şerit üzerinde kalan kediyi o halde gören vatandaşlarsa olaya tepki gösterdi.

7 Kişilik Aile Yoksulluktan İntihar Etti

https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya/2018/07/31/hindistanda-7-kisilik-aile-yoksulluktan-intihar-etti/

Hindistan'da 7 kişilik aile yoksulluktan intihar etti

Hindistan'da bir aile toplu olarak intihar etti. Ailenin ölüm sebebi olarak geçim sıkıntısı gösteriliyor.

30 Temmuz 2018 Pazartesi

Hakkını Helal Et Abla!

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1038398/Lincin_gorgu_tanigi_Cumhuriyet_e_konustu__Cocuk_icin_degildi_.html

Lincin görgü tanığı Cumhuriyet'e konuştu: Çocuk için değildi!

Maltepe'de dün gece bir kişi sokak ortasında linç edildi, kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. İHA'nın servis ettiği habere göre, lincin "gerekçe"si şahsın küçük yaşta bir çocuğu kaçırmak istemesi. Cumhuriyet'e ulaşan bir görgü tanığının ifadesine göre ise ölümle sona eren lincin gerekçesi çok farklı.


[Haber görseli]Olay, Maltepe Bağlarbaşı Mahallesi Bağdat Caddesi üzerinde meydana geldi. İHA'nın haberine göre 38 yaşındaki G.B., yolda yürüyen küçük yaştaki E.B.'yi kaçırmak istedi. Durumu fark eden çevredeki bazı vatandaşlar, G.B.'yi darp etmeye başladı. Darp eden kişi sayısı artınca devreye polis ekipleri girdi. İHA'nın haberine göre polis G.B.'yi kalabalığın arasından çıkardıktan sonra hastaneye götürdü. İddiaya göre şahıs tedavi olmak istemeyince ifadesi alınmak üzere polis merkezine götürüldü.
 POLİS MERKEZİNDE FENALAŞTI
Polis merkezinde işlemlerinin yapıldığı esnada şahsın rahatsızlanması üzerine, ambulansla yeniden hastaneye götürüldüğü sırada G.B.'nin hayatını kaybettiği öğrenildi. Öte yandan yaşamını yitiren G.B. isimli şahısın gasp ve oto hırsızlığı suçlarından kaydının olduğu iddia edildi.
GÖRGÜ TANIĞI: ÇOCUK KAÇIRMA İLE İLGİSİ YOK
Konuyla ilgili cumhuriyet.com.tr'ye ulaşan bir görgü tanığı, olayın çocuk kaçırma ile bir ilgisi olmadığını ve emniyete giderek bu konuda bilgi vereceğini söyledi. Görgü tanığının Cumhuriyet'e verdiği bilgi şöyle:
"Akşam 22:30 sıralarında misafirlerim ile birlikte olayın yaşandığı yerin hemen karşısında bir kafede oturuyorduk. ATM'den para çeken bir anne ve kızın yanına yaklaşan şahıs 'Evde çocuklarım aç. Hakkını helal et' dedikten sonra kadının elindeki parayı kaptı. O esnada kadın elindeki telefonu düşürdü. Şahıs telefonu da aldıktan sonra olay yerinden kaçtı. Kapkaça uğrayan kadın ve kızının bağırmaları üzerine çevredeki esnaf ve kalabalık bri grup şahsın peşinden koştu. Sokak arasında gürültüler gelmeye başlayınca ben de arkadaşlarımla birlikte seslerin geldiği yere doğru yürüdüm."
"KULAĞINDAN KAN GELİYORDU"
Olay yerine vardığında şahsın yakalandığı ve yerde tekmelendiğini gördüğünü söyleyen görgü tanığı, "Şahıs yerde sol kulağının üzerinde yatıyordu ve kafasının altında kan birikmişti. Kulağından kan geliyordu ve boşluğa bakıyordu. Kendisine atılan tekmelere tepki veremez duruma gelmişti. Kapkaça uğrayan kadın ve kızının tepkileri de kitleyi daha da öfkeli hale getirdi. Daha sonra polisler geldi ve ben olay yerinden ayrıldım. Bugün Maltepe Emniyet Müdürlüğü'ne giderek gördüklerimi anlatacağım" dedi.


29 Temmuz 2018 Pazar

Üç Çocuğum Var, Hiçbirini Tanımıyorum

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1038567/Yumurtalarini_satan_universiteli_Dilara__3_cocugum_var_hicbirini_tanimiyorum.html

Yumurtalarını satan üniversiteli Dilara: 3 çocuğum var hiçbirini tanımıyorum

Üniversite öğrencisi Dilara K., çocuğu olmayan çiftler için yumurtalarını vermek üzere düzenli olarak Kıbrıs’a gidiyor. Türkiye’de yasak olan bu uygulama için Lefkoşa’ya giden Dilara’nın 2-4 bin lira arasında değişen yumurta fiyatlarıyla ilgili “Fiziksel özelliklerim güzel bulunduğundan diğer kızlardan daha fazla ücret alıyorum” diyor.

Yayınlanma tarihi: 27 Temmuz 2018 Cuma, 10:52
[Haber görseli]
“Dünyada 3 çocuğum var ve ben hiçbirini bilmiyorum.’’ Bu söz 21 yaşındaki Dilara K.’ya ait. O, bir yumurta donörü. İki ayda bir yumurtalarını ameliyatla KKTC’de bir tüp bebek merkezine bağışlıyor. Türkiye’de yasak olan bu işlem KKTC bağış yoluyla serbest. Ancak Dilara, bunu bağış için değil, yasak olmasına rağmen kazanç için yapıyor.
KKTC’de bazı tüp bebek merkezleri, titan benzeri bir yapı kurmuş vaziyette. 18-28 yaş aralığında genç kızların yumurtalıklarını 2 ile 4 bin lira arasında değişen fiyatlarla satın alıyorlar. Tüp bebek merkezleri çocuk sahibi olmak isteyenlere ise 4500-6000 Euro’ya satıyor. Satış rakamları da internet üzerinden açıkça duyuruluyor.

GİZLİLİK İÇİNDE YAPILIYOR
Hürriyet'ten Ömer Erbil'in haberine göre, KKTC’de Hücre, Doku ve Organ Bağışını Kontrol Eden İlkeler’in 26. maddesinin 2 ve 3’üncü bentlerinde “Maddi kazanç veya başka herhangi bir menfaat için herhangi bir hücre ve/veya doku ve/veya organ bağışında bulunmak ve/veya bu konuda aracılık yapmak yasaktır” deniliyor. Bu nedenle de tüp bebek merkezleri donöre ‘‘Gönüllü Bağış Beyanı’’ imzalatıyor. Bu beyanda şunlar yazıyor: ‘‘Üremeye yardımcı olmak amacıyla hiçbir maddi ve manevi karşılık beklemeksizin ve hiçbir yasal zorunluluk doğurmaksızın yumurtalarımı baba adayının spermleri ile vücut dışında döllenerek anne adayının rahmine transferi amacı ile gönüllü olarak bağışlıyorum. Gelecekte yumurtalarımdan doğacak çocuklar üzerinde hiçbir şekilde annelik iddia etmeyeceğimi beyan ederim.’’
Dilara K. geçen kasımdan bu yana yumurta bağışı yapıyor. Daha önce 3 kez verdiği yumurtalarını dördüncü defa vermek için gittiği KKTC’ye giderken artık rutin bir işlemi yapıyor gibi. İstanbul-Lefkoşa uçuşunda yol boyunca konuşuyoruz. İşlem için günler öncesinde ilaç kullanmaya başladığını anlatıyor: “İstanbul’da yönlendirdikleri kliniğe gidip tahliller yaptırıyorsun. Onlar olumlu olumsuz karşı tarafa bilgi veriyor. Sonra kurye ile evime ilaç kutuları gönderdiler. Telefonda iğneleri nasıl yapmam gerektiğini tarif ettiler. 10-12 gün göbek altından iğne yapılıyor. 6. gün aynı kliniğe tekrar kontrole gittim. Kıbrıs’a gitmeden 2 gün önce çatlatma iğneleri dedikleri iğneleri yaptım. Uçak biletimi elektronik ortamda gönderdiler.”

Dilara operasyonu şöyle anlatıyor: Akşamdan damar yolu açılıp kan aldılar. Yemek-içmek yasaklanıyor. Sabah operasyona aldılar. Narkoz verildikten yaklaşık 30 dakika sonra kendime geliyorum. 20 dakika kadar sürüyormuş.
ÖZEL ŞOFÖR ALIYOR
Ercan Havalimanı’nın çıkış kapısında, şirketin gönderdiği özel şoför kendisini bekliyor. Tek donör Dilara değil. Uçaktan inecek bir başka genç kızı daha bekliyorlar. O da gelince beraber VİP araca binip hastaneye doğru yola çıkıyorlar.

Yanına refakatçi giremediği için Dilara’yla irtibatımız hastane girişinde kesiliyor. Ertesi sabah Lefkoşa’da buluşuyoruz. Narkozun etkisinden çıkmış, yorgun bir halde anlatıyor: “Lefkoşa’da akşam hastaneden çıkmak yasak. Akşamdan damar yolu açılıp kan aldılar. Yemek-içmek yasak. Sabah operasyona aldılar. Narkoz verildikten yaklaşık 30 dakika sonra kendime geliyorum. 20 dakika kadar sürüyormuş. Gizlilik içinde kalacağı, kesinlikle anne iddiasında bulunmayacağım ve bunun ücret karşılığı değil kendi rızamla bir bağış olduğuna dair bir evrak imzalattılar. İş bitince zarf içinde ücretimi verdiler.”
Dilara yasal olmayan bir işlem yaptığının farkında ancak kendi sağlığına ilişkin ciddi bir risk taşımasına aldırış etmiyor gibi, bir doktorun ‘zararı yok’ sözüne inanmak istiyor: “İğne yaptığın yerde fındık kadar bir şişme oluyor. Çatlatma iğnelerinden sonra ağrım oldu. Doktorum bir zararı yok dedi.”
ONLARI GÖRSEM AYRILAMAYABİLİRİM
Dilara’nın tek bahanesi para: ‘‘Paraya ihtiyacım vardı. Ailemden ayrı yaşıyorum. Ekonomik durum iyi olsa elbette vermem. Aslında zor ve sancılı bir süreç. 3 çocuğum var ama hiç birini tanımıyorum. Merak ediyorum aslında bana benziyorlar mı diye. Sanırım ilki doğdu. Diğer ikisi annelerinin karnında. Merak etmemem gerekiyor, bunu kabul ederek başladım ama yine de kız mı erkek mi olacak diye düşünüyorum. Görsem belki dayanamaz sarılır ve ayrılamayabilirim.
‘KARŞILAŞIRSAM’ ENDİŞESİ...
Verdiğim aile Türk ise ve bir yerde karşılaşırsam diye endişe de ediyorum. Boyumu ve kilomu net gösteren makyajsız resimlerimi istiyorlar. Sanırım ailelere gösteriyorlar. Fiziksel özelliklerim güzel bulunduğundan diğer kızlardan daha fazla ücret alıyorum.”
Dilara, operasyondan 10-12 gün önce ilaç kullanmaya başlıyor. KKTC’ye uçuyor. Havaalanında VIP araçla karşılanıp hastaneye götürülüyor. Ertesi gün taburcu oluyor.
DİKKAT! CİDDİ RİSKLERİ VAR
Hekimler yumurta donasyonu öncesinde donörlere kargoyla gönderilen, 10-12 gün boyunca vücutlarına enjekte etmesi istenen ilaçların riskli olduğunu belirtiyor. Bu uygulama aynı zamanda olası yan etkileri doktor kontrolü dışında kalıyor. Gerekli tetkikler yapılmadan kortizonlu ilaçlar veriliyor. Yumurtaların toplanması işlemi öncesi anestezinin kimler tarafından verildiği de çok önemli. Bu hayati risklere yol açabiliyor. İki ayda bir yapılan yumurta toplama işlemleri sonrası ağrılı ve sancılı bir süreç. Doktorlar, bu sıklığın fiziksel ve psikolojik başka sorunlara da yol açabileceğini söylüyor ve toplama işlemenin uzmanlarca yapılmamasının, yumurtalıklarda kalıcı hasar neden olabileceğini vurguluyor.
TÜRKİYE’DE YASAK
Türkiye Sağlık Bakanlığı yönetmeliğine göre tüp bebek tedavisinde başkasının yumurtave spermlerinin kullanılması yasak. Yöntem, evli çiftlere yalnızca kendi yumurta ve spermleriyle uygulanabiliyor. Bu durum sebebiyle biyolojik olarak çocuk sahibi olamayan bazı çiftler farklı uygulamaların olduğu ülkelere başvuruyor. KKTC’deki tüp bebek merkezleri yumurtaları parayla tedarik ediyor. KKTC’de bu yöntem yasal olmamasına rağmen bağış adı altında yumurta donasyonu yapılıyor.

Donmuş Solucanlar Binlerce Yıl Sonra Yeniden Canlandırıldı

https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya/2018/07/27/donmus-solucanlar-binlerce-yil-sonra-canlandirildi/

Donmuş solucanlar binlerce yıl sonra canlandırıldı

Rusya'nın Yakutistan bölgesindeki donmuş topraklarda bulunan 2 yuvarlak solucan, bilim insanları tarafından çözülerek yaşama geri döndürüldü. Solucanlar, gezegenin en yaşlı hayvanları olarak görülüyor.

DUVAR – Rusya’nın Yakutistan bölgesinde bulunan 300 solucandan sadece 2 dişi solucan hayat belirtisi gösterdi. Rus bilim insanlarının ABD’deki Princeton Üniversitesi ile işbirliği halinde yaptığı araştırmaya göre, 32 yıl önce donan solucanlar, radyokarbon testleri sonucunda çözünerek hayata döndürüldü. Solucanlardan biri bir sincap yuvasında bulunurken diğeri ise Alazeya Nehri yakınlarında keşfedildi. Bu hayvanların gezegenin en yaşlı hayvanları olarak görülüyor.
Pleistosen Çağı’ndan bu yana (2 milyon 588 bin ila 11 bin 700 yıl önce süren ve dünyanın en son tekrarlanan buzullama periyoduna uzanan jeolojik çağ) donmuş halde bulunan iki antik nematod (yuvarlak solucan) en uzun süre yaşayan hayvan olduğu görülüyor.
BİRİ 32 BİN, DİĞERİ YAKLAŞIK 42 BİN YAŞINDA

Yapılan radyokarbon testleri sonucu hayata kaldığı yerden devam eden iki solucandan birinin 41 bin 700 (artı/eksi 1400 yıl), diğerinin ise yaklaşık 32 bin yıl önce donduğu sonucuna ulaşıldı. Solucanlardan biri bir sincap yuvasında bulunurken diğeri ise Alazeya Nehri yakınlarında keşfedildi.
300 TANESİNDEN SADECE 2’Sİ YAŞADI
Rusya’nın Yakutistan bölgesinden getirilen iki solucanın da hareket etmeye ve beslenmeye başladığı belirtildi. Yaklaşık 300 antik yuvarlak solucanın çözündüğü ancak sadece söz konusu iki dişi yuvarlak solucanın hayat belirtisi gösterdiği belirtildi.
Çalışmanın yazarları “Çok hücreli organizmaların uzun dönemli kriyobiosis kabiliyeti gösterdiği konusunda ilk verileri elde ettik” ifadelerini kullandı. Siberian Times’ın aktardığına göre bilim insanları ayrıca “Sahip olduğumuz veri, çok hücreli organizmaların doğal olarak donarak saklanmış ortamda hayatta kalmak için uzun dönemli (on binlerce yıl) kriyobiosis yeteneğini gösteriyor” dedi.
Bilim insanları bu canlıların uyum yeteneği konusundaki çalışmanın kriyobiyoloji ve astrobiyoloji gibi bilim dallarında önemli çalışmalara dayanak olabileceğini ifade etti.
KRİYOBİOSİS NEDİR?
Dünyanın en dayanıklı mikroskobik hayvanı olan ve radyasyona, dondurucu soğuğa ve kaynatılmaya dayanan Tardigrad gibi canlılar aşırı koşullarda aktif olarak hayatta kalmıyorlar. Onun yerine Cryptobiosis adı verilen yarı-ölü evreye geçiyorlar. Kış uykusuna benzer bu evrede, metabolizma hızı neredeyse sıfırlanıyor.
Cryptobiosis evresinde en belirgin değişikliklerden biri ise programlı su kaybı. Bu şekilde, düşük sıcaklıklarda vücut suyunun donması ile meydana gelecek hasarlar önlenmiş oluyor. Tardigrad’lar hücrelerindeki suyu atarak, olası kristallenmeleri önlüyor. Bu direnç mekanizmasına da Kriyobiosis adı veriliyor.(Kaynak: Sputnik)

Önunde dilendiği marketin soyulmasını engelleyen mülteci işe alındı

https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya/2018/07/28/onunde-dilendigi-marketin-soyulmasini-engelleyen-multeci-ise-alindi/

Önünde dilendiği marketin soyulmasını engelleyen mülteci işe alındı

İtalya'da önünde dilendiği markete yönelik soygun girişimini engelleyen Nijeryalı mülteci işe alındı: Tehlikedeki kasiyeri görünce aklıma Nijerya'daki ailem geldi...

Fikirtepe'nin Kuşçuları

https://www.gazeteduvar.com.tr/hayat/2018/07/29/fikirtepenin-kusculari/

Fikirtepe'nin kuşçuları

Kentsel dönüşümün hızla sürdüğü Fikirtepe'de bu dönüşümü gözlemek üzere bulunmuşken rastladığım kuşçular ve onların dünyasının açtığı kapıdan girdim. Kuşlara sevdalı bu insanların sevgilerine inandım; ama yaşadıkları çelişkilere de şahit oldum.
14 yaşındaki Melih kuşçuluğu babasından öğrenmiş. Babası da kendi babasından... (Fotoğraflar: Anıl Yurdakul)
aerkocak@gazeteduvar.com.tr
DUVAR – Fikirtepe’de hummalı bir kentsel dönüşüm var. Oraya gitme nedenim de bunu gözlemekti. Sözleşme süresi içerisinde evleri teslim edilmeyen ve şantiye alanına kurdukları çadırlarda kalan insanları bulmaktı. Ama Fikirtepe’de dolaştıkça, insanlarla konuştukça akışına bıraktım.
Yıkılmak üzere olan ya da yarısı yıkılmış evlerde kalan Suriyelilere rastladım. İçlerinde konuşmak isteyen de oldu, istemeyen de. Sokaklarda yürürken evleri, insanları gözlemeye devam ettim. Bir evin balkonunda gördüğüm kümes, kafes arası bir kuş yuvası ilgimi çekince hemen apartmana dalıp rastgele bir zile bastım.
O evde değilmiş gördüğüm kafes. Ama söylediklerine göre hemen arka sokakta güvercin besleyen birileri varmış. Oraya doğru gittim, giderken bir abi de bana eşlik etti, evi bulmamı sağladı.
Bir apartmanın ön bahçesinde yaklaşık 60 kadar güvercini olan Serkan Tekintaş’la tanışmamız böyle oldu. Tekintaş doğduğundan beri İstanbul’da ve 38 yaşında. Kuşlara merak salması babadan, ondan görmüş. Tekintaş, “Bu bir zevk,” diyor “Satış yok. Bu zevk. Kiminin sigarası, içkisi, bizim de bu. Faydası var mı bilmiyorum ama zararı yok. Babam 71 yaşında. Yaklaşık 35 sene besledi. Ondan gördük, merak ettik, hoşumuza gitti. Faydası da yok, zararı da yok açık söyleyeyim.”
Serkan Tekintaş
Tekintaş’ın en çok kullandığı ifadeler “bu bir zevk” ve “yemini suyunu vereceksin” oldu. Hemen hemen her cümlesinde bunları kullandı. Kuşlardan bir beklentisi yok, yani onları maddi bir karşılık alma niyetiyle beslemiyor. “Ben hoşlanıyorum, hanım ne kadar kızsa da bağırsa da ben seviyorum. ‘Evli barklı adamsın’ diyor, bu zevk işi. Sağ olsun kaynanam da biraz şey yapmıyor ama idare ediyor,” diye anlatıyor.
Belki masraflı olduğu için istemiyorlardır diyorum, “50 lira, 100 lira; bunun masrafından ne olacak. Bir 15-20 gün bunların yanında dur, sen de gerçekten seversin” diye yanıtlıyor. Kuşları edindiği iki yol varmış; kendi kuşlarını uçurduğunda onlara takılıp gelenler ya da Edirnekapı’da kurulan pazardan satın almak: “Edirnekapı’dan ucuz kuş alıyorum. Niye pahalı almıyorum, çünkü patlatıyorlar. Bundan 1.5-2 sene evvel yaklaşık 25 kuşumu patlattılar. İster istemez üzüldük, oğlan da hatta ağladı. O yüzden iyi kuş almak istemiyorum, canımız yanıyor. İyi-kötü para veriyoruz.”
Tekintaş’ın kuşlar için gözyaşı döken oğlu Melih kuşlarla ilgilenmeye birkaç sene önce başlamış. Gelecekteki mirasçı da o. “En çok uçurmayı seviyorum, sefer yapıyor, takla atmasını izlemeyi seviyorum,” diyor fazla konuşkan olmayan Melih.
Kuşların çeşitlerini sorduğumda “Ala, siyah, beyaz, çakmaklı, Arap, sabuni, posta, mavi,” diye sayıyor bir çırpıda Serkan Tekintaş. Peki ya fiyatları? “Kuşuna göre, 10 milyondan (10 lira) başlıyor, bir daire fiyatına kadar kuş var,” diye yanıtlıyor. Fiyatını ne belirliyor? “İyi kuştur, 3-4 saat uçar, sefer yapar, sana gösteriş yapar, bulutlara çıkar sonra inişini, taklasını görürsün, ona göre fiyat biçerler,” diyor Tekintaş.
Seyyar tezgahında balık, meyve ve sebze satarak geçimini sağlayan Tekintaş, “En erken eve gelişim akşam 9-10. Geldiğim zaman kimse beni tutamaz, bir açar bakarım kümese. Kralı gelse şey yapamaz, bakarım tek tek, yumurta var mı yok mu, yemini suyunu veririm. Akşam o saatte uçurulmaz. Ama sabah 6’da hale gidiyorum. Gitmeden önce açıyorum kümesi, kuşları uçuyorum, tekrar 10 gibi gelip onları yerine koyuyorum.”
Alıştırmak için şunu yapıyorlar: “15-20 gün kanatlarını bantlıyoruz. Ondan sonra tek tek uçurmaya başlıyoruz. Bazısı uçup gidiyor, yerini beğenmiyor, çoğu da kalıyor. Yemini, suyunu, ilacını, her şeyini veriyoruz. Verdikçe de hayvan memnun kalıyor. Yemini suyunu verdin mi hayvan hiçbir yere gitmez, yeter ki hayvana iyi bak.”
Tekintaş, “Bunlar çocuk gibi aslında, çocukla nasıl ilgileniyorsan bunlarla da öyle ilgileneceksin. Örnek veriyorum, yuvasını temizleyeceksin, yemini suyunu vereceksin. Bebek aç kaldı mı ağlıyor. Bunlar da aç kaldı mı halsizleşiyor. Elimizden geldiğince bakıyoruz. Kışın otunu veriyoruz altına, onun üstüne tünüyorlar. Şimdi de kümesi temizliyorum.”
Tekintaş ailesine beni götüren abi, bu kez de “daha ciddi” kuşçulara götürüyor beni; “Bunlar ne ki? Sen asıl şimdi gideceklerimize bak” diyor yolda.
Gerçekten de farklı bir yere geliyoruz. Fikirtepe’nin ortasında öylece nasıl kalmış olduğunu anlamadığım bir çayır, çimen. Burada 50 yaş üstü birkaç erkek var. Bir yandan mangalda tavuk yapıyorlar, bir yandan da çok sevdikleri güvercinleri anlatıyorlar. Burada yan yana birkaç kümeste bakılan güvercinler mevcut. Anlatılana göre, bu güvercinleri yarışmalara sokuyorlar ya da duruma göre eğer çok ısrarlı bir taliplisi çıkarsa satıyorlar.
Kuşçular arasında hiyerarşi olduğundan yaşı en büyük olan Sami Bozkurt’u dinliyoruz önce:
Sami Bozkurt
“Mahalledeki abilerimizden gördük. Çocukken başladı bu merak. Dürüst insanlar kuş besler. Yani kuşçunun başka bir şeyi olmaz. Sabah akşam gelir kuşlarla ilgilenir.
Eskiden parayla pulla iş olmazdı, artık para dönüyor bu işte de. Ama parayla pulla olmaz bu iş, sevdalık, heves… O sevda, kuşun gelip oyun oynaması, o seni dinlendirir. Bu kuşa bir defa bulaşan bir daha bırakamaz. Morfini yemiştir artık. Kuşu eline alan bırakamaz. Ve ben bu yaşıma kadar beslediğim için çok memnunum. Hiçbir kötü alışkanlığım, kahvem filan yoktur. Kuş besleyenler böyle sakin, arkadaşlarıyla sohbet eden, karşılıklı birbirlerine kuşlarından bahseden insanlardır.
İstanbul’daki kuşçu Van’daki kuşcuyu tanır. Öyle bir bağ vardır. Tabii yarışmalara katılırız, oradan da herkes birbirini görür.
Kuşun değerini nadir olması belirler. Yani, ırkı, cinsi. Yetiştirilmesi, yetenekleri değil. Mesela bende 40 yıldır aynı damardan gelen kuşlar vardır. 3000 lira maaşla çalışan adamım ama öyle kuşu bulayım 1500 lira veririm o kuşa.”
Ondan sonra gelen Halis Bozyel ise oradakilerin deyimiyle beynelmilel kuşçu. Yaklaşık 3 yıl Rusya’da yaşadığı ve orada da kuşçuluk yaptığı için almış bu lakabı:
Halis Bozyel
“Rusya’da Sibirya’ya kuş götürdüm. Sadece posta kuşu besliyor. Nedenini bilmiyorum.
Kuşçular arasında güçler dengesi yoktur, hiyerarşi vardır. Kendimizden büyük ya da daha eski kuşçulara hep saygı duyarız.
Her toplumdan uzaksın. Geliyorsun muhabbetini, pikniğini yapıyorsun. Böyle yer bulamazsın. Kuşçu adamın kahvede filan işi olmaz.
Seni annem baban nasıl bakıp büyüttüyse biz de onları öyle büyütüyoruz. Kuş yetiştirmek seyisliğine bağlıdır. Herkesin kendi tarzı vardır.
İcabında çocuğunu hastaneye götürmezsin de bunları götürürsün, öyle bir meraktır bu yani.
Ben çakmaklı besliyorum, Sami Abi beyaz, Ümit Arap besler, Hıdır mavi besler; herkes en çok sevdiği kuş cinsini besler.”
Sonuç olarak, ısrarla sormama rağmen “bir eline alsan bırakmazsın”, “bu bir zevk”, “çok farklı bir his” gibi ifadelerle tanımlanan kuş sevgisini, daha doğrusu, neden kuşları, hatta güvercinleri bu kadar sevdiklerini anlamış değilim. Gruplaşmak önemlidir insanoğlu için. Kimi kuşlar üzerinden yapar bunu, kimi motorlu araçlar, kimi memleket, kimi siyaset. Galiba asıl mesela bu; yalnız kalmamak ve yalnız kalmamak için ortak bir sevgi öğesi bulmak.
Aslında sevgi de değil; buradaki örnekte de gördüğümüz gibi sahip olmak. Zaten sevmek diye bahsedilen de bu sahip olma, hatta hükmetme hissi. Ama diyecek bir şey yok, manzara bu…
Not: Fikirtepe gezimde bana eşlik eden, fikirler veren ve bu haberdeki güzel fotoğrafları çeken Anıl Yurdakul’a selamlar…

21 Temmuz 2018 Cumartesi

Firavunun Laneti ve Kim Kardashian

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/21/firavunun-laneti-timurun-laneti-ve-oburleri/

Ümit Kıvanç

Firavunun laneti, Timur’un laneti ve öbürleri

Soyluların naaşlarının lağım suyunda yüzmesi gibi durumlarla karşılaşınca insan ilâhî mesajların varlığına daha çok ihtimal veriyor. Eninde sonunda kudret simgesi ve ispatı lahtin içerisinde lağım suyuna batmış halde bin yıllar geçirmek var!..
Mısır’da bulunan iki bin küsur yıllık lahit başarılı bir işlem sonucunda açıldı. Açılırken kimseye bir şey olmadı, lanet durumu var mı, henüz saptanamadı.
Haberlerden öğrenmiştik ki, İskenderiye’de bir binanın temel kazısı sırasında bu lahite rastlanmış, müteahhit herhalde, “ulan şimdi birileri görür, sosyal medyadan falan başıma iş açılır” diye düşünmüş veya kendisi aynı zamanda turizm yatırımcısı olduğu için eski eşyanın bilahare işe yarayacağını öngörmüş, bu yüzden kepçeyi sokamamış, lahiti kırıp bozmadan çıkarmak için ordu ile Tarihî Eserler Bakanlığı’nın birlikte çalışması kararlaştırılmıştı. İşte, son haberlere göre, çalışmışlar, becermişler.
Lahit açıldığında içinden üç insan iskeleti çıktı. Şahısların Ptolemaios’lar (M.Ö. 300’lerin sonlarından M.Ö. 30’lara kadar) veya Roma döneminden (M.Ö. 30 sonrası) kraliyet mensupları olduğu tahmin ediliyor.
Buraya kadarı tamam. Gelin görün ki, bir zamanların soyluları lağım suyuna batmış haldeydiler. Artık lahitte çatlak mı oldu, taş ustası aslında egemenlerden hoşlanmayan, sivil itaatsizliğe meyyal bir kimse miydi, bilmiyoruz, lağım suyu içeri dolmuş, lahitlerde görmek istemediğimiz türden bu manzarayla soyluların tarihinde leke yapmıştı.
Sen “Büyük” İskender’in adamıyken satraplıktan krallığa sıçra, sülaleni firavundan saydır, Mısır denince bilmem kaç kuşak insanlığın aklına ilk gelen şahsiyeti dünya tarihine ve tabiî öncelikle Julius Sezar ve Markus Antonius beylere armağan et, Holywood da onu Elisabeth Taylor’a oynatıp hepten ölümsüzleştirsin, koskoca Mısır tarihi, papirüs ve piramitlerin yanı sıra Kleopatra’dan ibaret sanılsın… Kim bilir ne taşını kaç köle zâyi ederek bilmem nerelerden getirt, kendine lahit yaptır, sonra lahtine lağım suyu dolsun! Gerçi Ptolemaios’ların dar zamanına denk gelmiş olmalı hadise; lahti üç kişi paylaşmışlar. Belki ikisi az ötede inecekti, bilemeyiz. Yine de lahit lahittir; bulununca “kraliyete ait” deniyor, ona göre muamele ediliyor. Ayrıca, lahitteki talihsiz soylular Roma döneminden birileri de olabilirmiş; ille Ptolemaios’lar değil. Onlar belki lağım suyu sızdırmaz lahitleriyle ünlüydü. Kara propagandaya girişmiş havuz medyası gibi davranmayalım, delil yokken ileri geri konuşmayalım.
Soyluların naaşlarının lağım suyunda yüzmesi gibi durumlarla karşılaşınca insan ilâhî mesajların varlığına daha çok ihtimal veriyor. Eninde sonunda kudret simgesi ve ispatı lahtin içerisinde lağım suyuna batmış halde bin yıllar geçirmek var!..
ZAMÂNE İDEALİ
Geçen gün hiçbirşeyyapmadanmeşhurolanlar sınıfının uluslararası kategorisinden Kim Kardashian’ın beş dakikada beş milyon dolar kazandığını görünce, dünyadaki düzenin artık uzun süre bu halde devam edemeyeceğini düşünmüştüm. Bu kadın bu parayı nereden kazanmış, diye bakınırken, kendisinin parfüm serisini sosyal medya mecrasından tanıtarak milyonlarca dolar kazanmayı alışkanlık haline getirdiğini, geçen yıl da, beş dakikada değil ama görece kısa bir sürede 14 milyon dolar kazandığını öğrendim.
Aklım çıktı çıkmasına da, iki bin yıllık lahtin içindeki kraliyet mensuplarının lağım suyuna batmış bulunduğunu öğrenmek kadar tesirli olmadı ruhum üzerinde.
Belki de meselenin ruhla ilgisi yok. Yani benimkiyle. Genel bir “insanlık ruhu” var mı? Olabilir mi böyle bir şey? Sadece soruyorum. (Bakın, bu ikisi arka arkaya fena gitmedi. Ortak bir hayat tavrının ürünü olduklarından, hayatın değip geçtiği, hattâ geçerken değmediği insanlara özgü olduklarından mıdır?)
Soylu, muktedir, her kimse, hemcinslerinin üstüne basa basa yaşadıktan sonra kendini 30 tonluk lahite koyduruyor. Ölüsünün oraya konacağını bilince mi çıkarabiliyor hayatın tadını?
Yoksa başkalarınınkinin, dışarıdaki kalabalığın, kendisi gibi olmayan, olamayan, olamayacakların naaşlarının asla lahit yüzü görmeyeceğini bilince mi? Birilerini işlerinden attırıp, hapse attırıp, mahkûm ve muhtaç hale koymanın, kudret kelimesini anca helvayla beraber telaffuz edebilen biz sıradan kimselerce dokunulamayacak ve kavranamayacak keyfi ve büyüklenmesine benziyor mu bu duygu?
Elbette dünyadaki rezilliğin baş sorumlusu Kim Kardashian değil. O, eğer çok farklı düşünülmez, davranılmaz, “değer” dendiğinde bambaşka şeyler anlaşılmaz, mutluluk bambaşka şeylerde aranmazsa eşitsizliğin nasıl “insanın doğadaki durumu” sayılacağının emsal ve timsali. Günün birinde bütün işleri robotlara yaptırmanın insan için hiç de anlamlı olmayabileceğini haber veren elçilerden. Aynı zamanda, ezilenlerin aptallaştırılması gibi muazzam ve korkunç işi muktedirlerin becerebildiğinin kanıtı. Kardashian, herhangi bir televizyon dizisinden çok fazlasını başarıyor. Hiçbir şey yapmıyor ve dünyanın en ünlü kişilerinden biri ve muazzam paralar kazanıyor. Kabul edelim ki bu zamâne idealidir.
LANET POTANSİYELİ KUDRETTE Mİ SAKLI?
Ve Zamâne Ruhu, değerli kayadan lahit yaptırmayı firavun ayrıcalığı olmaktan çıkarmış bulunuyor. Beş milyonu illâ beş dakikada kazanmasanız bile dünyanın en nadir mermerinden lahit yaptırabilirsiniz. Para, elde edilebildiğinde, herkesi eşitleyebiliyor. Bu yüzden, çok parası olanlar hep daha çok kazanmak zorunda. Çünkü büyük çoğunluğun değil, ama o azınlığa mensup herkesin parası var. Oysa zenginlik miktar olarak ölçülebilen bir şey değil; başkasınınkiyle kıyaslanabildiğinde zenginliğe zenginlik deniyor. Fakat her neyse, bu lahit işi uzun vadede tehlikeli.
Üstelik içine yerleştirilecek cansız beden için barındırdığı tehlikeden bin beterini başkaları için arz ediyor. Çünkü bir “lanet” potansiyeli var, bu muktedir lahitlerinin derinliklerine gizlenmiş. Belki de hizmetkârları, yağcıları, suç ortakları mücevherlerini ve silahlarını yanlarına dizdikleri esnada, melekler de yaşarken yaptıkları kötülükleri altlarına seriyorlardır. “Firavunun laneti”! 1920’lerde Tutankamon’un mezarını açan ekipten birçok kişinin peş peşe ölmesinden sorumlu tutuluyor. Buna Holywood’un katkısı ne kadar, hesaplamamız zor. Öyle görünüyor ki, Eski Mısır hakkındaki bilgimizi Holywood’dan ediniyoruz. Zararı yok. Osmanlı’yı “Muhteşem Süleyman”dan öğrendik, yerli-millî şahsiyetimizi “Diriliş Ertuğrul”u elimizde kılıçlar ve tencere kapaklarıyla hatmederek edindik de zararını mı gördük? Asla! Üstelik bizim ecdat ölüp gittikten sonra mezarıyla millete sorun yaratmıyor. Lanet bizden olmayanlara özgü.
Şu son lahit bulunduğunda çok insan tedirginlik duymuş. Tutankamon hadisesini hatırlatıp, “açmayalım, başımıza yeni bela almayalım” diyenler çıkmış (“zaten astığı astık kestiği kestik askerî dikta var, başımız belada”yı haliyle kimse ekleyememiş). Fakat mistik mevzulara pek sıcak bakmayan, halkın da bakmamasını tavsiye maksadıyla bir gecede bin iki yüz kişiyi cansız yere seren Mısır ordusu bunlara aldırış etmemiş ve açmışlar, lağım suyunda yüzen talihsiz soyluları bulmuşlar.
TİMUR DEVREYE GİRİYOR!
Lanet mevzuuyla yakından ilgilenen Russia Today, Mısırlıların takıntısına gülüp geçiyor. “Birkaç kişi Tutankamon’un gazabına uğradı diye sizinki de lanet mi sayılır?” demeye getiriyor. RT’nin hatırlattığı hadise gerçekten de bu alanda payeyi Ruslara vermeyi gerektiriyor: 1941 yılında Semerkand’da Timur sülalesinin aile kabristanına (Gur-ı Emir) dalan arkeologlar, RT’ye göre, orada şu yazıyı okuyorlar: “Ben ölümden tekrar ayağa kalktığımda dünya tir tir titreyecek.” Buna aldırmayan ekip, mezar taşındaki ikinci yazıyı da dikkate almıyor: “Kim mezarımı kurcalarsa benden beter bir istilacının şerrine uğrayacak,” diyormuş Timur. (Rivayet muhtelif. Bunun “Mezara saygısızlık eden Allah’ın gazabına uğrar” türü versiyonları da var.)
Özbek halkı mezar açılmasın diye uğraşmış, Stalin devrinde yaşandığına aldırmadan protestolara bile girişmiş. Sebep, kimine göre, mezar açmak uğursuzluk getireceği için duyulan tedirginlik, kimine göre de mezardaki şahıs tekrar ortaya çıkar da eline kudret geçirirse maazallah bize neler yapar korkusu. (Stalin’in Timur’u neden böylesine merak ettiği, kendisinin sosyalistler bir vakit bir yerde yanlış mezarı kurcaladığı için başlarına getirilmiş lanet olup olmadığı hususlarına girmiyoruz.)
Arkeolog ekibi Özbeklere de kabirdeki uyarı yazılarına da aldırmayıp mezarı açtı, naaşı götürüp inceledi (Timur’un sahiden aksak olduğu, kalça kemiğindeki deformasyonun buna yol açtığı, boyunun 1.73 olduğu, kafatası-yüz kemik yapısından hareketle oluşturulan yüz hatları bu sırada ortaya çıktı), bilahare getirip yeniden defnetti.
Ve fakat laneti de çağırmış oldu! Timur’un yeniden defin töreninin İslâmî usûllere uygun yapılması bile bunu önleyememişti.
Lanet neydi? Kabrin açılmasından iki gün sonra Nazi Almanya’sı ordularının Rusya’ya saldırması. 20 milyon insanın ölümüne yol açan hadiseye lanet diyebiliriz şüphesiz.
Gerçi bazıları, Nazilerin bu saldırıya uzun zamandır hazırlandıklarına ve taarruz gününü Timur’un kabrinin açılmasına denk getirmek gibi bir niyetlerinin bulunmadığına işaretle, lanetin varlığını inkâr ediyorsa da, biz Zamâne Ruhu’na ihanet etmeyelim, akılla mantıkla iş görmeye kalkmayalım. Bakın Mısır ordusu böyle davrandı da ne oldu: Lağım suyunda yüzen soylular buldu, günümüzün zenginlerinin, muktedirlerinin içine kurt düşürdü.
Zenginlerin, güçlülerin, muktedirlerin içine kurt düşer mi? Normal şartlarda düşmez gibi görünüyor, öbür yandan, yakın zamanda dünyadan ayrılan şair İzzet Yasar, 12 Eylül öncesinde, bambaşka yollardan yürür ve bambaşka göklere bakarken, şöyle yazmıştı: “Kaybedecek öyle çok şeyimiz var ki / zincirlerimizden başka / biraz daha az vakit ayırmalıyız aşka; / köprüden panzerler geçiyor ruhum, duyuyorum.
Eh, aşk demeyelim de… Para pul, kıymetli eşya, panzerler, köprü, oradan lahit ve lağım suyu.
Şöyle, şehirden uzaktaki bir ağacın altına gömülmek var, gürültüsüz, püfür püfür, için rahat…

Evdeki Siyasete Kızıp Canına Kıymaya Kalktı


20 Temmuz 2018 Cuma

Eski Uçak Kıraathane Oldu

http://www.cumhuriyet.com.tr/foto/foto_galeri/1032517/1/Eski_ucak__millet_kiraathanesi__oldu.html

Eski uçak 'millet kıraathanesi' oldu

20 Temmuz 2018, Cuma
Haber görseli
1
AA - Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın seçim döneminde dilinden düşürmediği 'Millet kıraathanesi' vaadi AKP'li belediyeleri harekete geçirdi. Kastamonu Belediyesi tarafından daha önce satın alınan eski uçak, millet kıraathanesi olarak hizmet verecek.

Haber görseli
2
Douglas MD-82 TC-TUA tipi yolcu uçağı, hurdaya çıkarıldıktan sonra geçtiğimiz yıllarda Kastamonu Belediyesince satın alınarak parçalara ayrıldıktan sonra tırlarla İstanbul'dan Kastamonu'ya getirildi.

Haber görseli
4
Kastamonu Belediyesi, önce "uçak kafe" yapılması planlanan uçağın "millet kıraathanesi" olarak değerlendirilmesine karar verdi.

Haber görseli
5
6 görevlinin bulunduğu millet kıraathanesi, saat 8.30'dan 23.00'e kadar hizmet veriyor.

Hello police, I just killed my wife


14 Temmuz 2018 Cumartesi

Türkiye'nin Son 15 Yılı

https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2018/07/14/asil-yenilmislik-secim-sonrasinda-gelen-sinizm-dalgasi/

‘Asıl yenilmişlik, seçim sonrasında gelen sinizm dalgası’

Psikiyatrist İlker Küçükparlak, Türkiye'deki toplumun çocuklaşmak zorunda olduğunu söylüyor. Özellikle kırsalda, sosyo-ekonomik durumu düşük olan kesimde, görünmeden büyüyen çocukların “Bütün Avrupa sizden korkuyor, sizi kıskanıyor” söylemlerinden büyülendiklerini ve bunun üstüne yeni monte edilmeye çalışılan bir "baba" figürünün olduğunu anlatıyor.

DUVAR – 24 Haziran seçimlerine gelmeden kimi muhalif kesimin haleti-i ruhiyesi fazla fazla yaşanan umudun bütün alametlerini gösterecek biçimdeydi. Bilhassa sosyal medyada 24 Haziran sabahı, devrime uyanılmış bir günün sabahı gibiydi. Beklentiler yüksek olunca, seçim de istenildiği gibi sonuçlanmayınca büyük hayal kırıklığı yaşandı. Eş zamanlı olarak ümitsizlerle, ümidini kaybetmeyenler arasında münakaşalar başladı. Değişen moral durumlarına göre memleket sorunlarına ve tabii memleket insanına bir tur daha dönüp bakıldı. Kimi kesim 2008 yılında “Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir olamaz” diyen Aysun Kayacı’yı yad etti. “Bu yığınlara reva!” diyen de oldu, “mücadeleye devam” diyen de.
Peki kılıç kuşanarak Diriliş Ertuğrul dizisini izleyen, kefenini giyerek meydanlara çıkan çoğunluğun bu enteresan ruh hallerine gelişi nasıl oldu? Üzeri örtülmüş travmaları olan bir toplum olduğumuzun kanıtları neler? Ardı ardına gelen çocuk kaçırma, tecavüz, kadına, hayvana şiddet haberleri gibi kötülüklerin müsebbibi devlet mi? Yoksa, devlet bizlerin sonucu mu? Pembe otobüslerden idam cezasına devlet aygıtlarında neler konuşuluyor? Bu konuşmaların alt metni ne? Memleketin son birkaç ayını ama aslında son 15 yılını Psikiyatrist İlker Küçükparlak’la konuştuk.
‘YENİLGİ DEĞİL SEÇİM KAYBEDİLDİ’
İlker Küçükparlak
Seçim sonrasında gerek sosyal medyada gerekse muhalif kesimde değişen halet-i ruhiye için yorumunuz ne? Bunca dozu yüksek hayal kırıklığı niye yaşandı?
Aslında muhalefet cephesinden bakacak olursak bu kaybedilen ilk seçim değil. Silsile halinde kaybedilen yerel, genel seçimler ve referandum var ama hakikaten bu seçim duygusu diğer seçimlerden farklı oldu gibi… Diğerlerinde göze çarpan öfke ve üzüntüydü şimdi ise daha belirgin olan tema hayal kırıklığı. Niye? Seçim öncesine bakmak gerek. Reel politikada pek çok şey değişti. Yepyeni denklemler oluşturuldu. İttifakların önü açıldı örneğin. Muhalif kesimlerin uzun zaman sonra bu denli umutlandığı, tekrar hayaller kurabilmeye başladığı bir tablo ortaya çıktı. Seçimi kaybetme duygusu ve hayal kırıklığının baskınlığı, öncesinde ilk defa beliren umutla ilgili görünüyor. Fakat, yaşanan bir yenilgi mi? Ya da seçim mi kaybedildi? Bu ikisini ayrıştırmak yararlı olabilir gibi geliyor bana.
“Yankı odaları” diye tanımlanan herkesin kendi fikrine benzeyen insanları takip ettiği, okuduğu sosyal medyanın etkisi var mı yaşanan hayal kırıklığında?
Onun etkisi seçimden önce olmuş olabilir. Siyaset bilimciler uzun uzun analiz yapıyor. Seçimlerde kim ne yaptı, oy oranları nasıl değişti? Bunlara baktığınızda en öne çıkan aday Muharrem İnce’ydi. Dolayısıyla hakikaten bir lidere dönük umudun bir karşılığı oldu ama biraz öne çıkmak bu tür yankı odalarında çarpan etkisiyle, yani rüzgarsa kasırgaymış gibi bir duygu, izlenim bırakabiliyor. Sonrasında, sonuçlarla karşılaşınca oradaki hayal kırıklığı daha derin oluyor tabii.
HAYAL KIRIKLIĞIYLA BİRLİKTE BİR SİNİZM DALGASI DA GELDİ’
Seçim sonrasında Twitter’da şöyle bir şey yazmışsınız: “Yenilmek seçimi kazanamamaktan ibaret değil. Hayal kırıklığını tolere edememek, sinmek, yılmak, dönüşmek esas yenilgi olur. Dün kim iseniz bugün de o kişiyseniz yenilmiş sayılmazsınızdır belki.” Az önce de bahsettiniz. Seçimi kaybetmek ve yenilmek arasındaki fark ne?
“Dün kim iseniz” ifadesi metaforik bir geçmiş kavramına gönderme yapmıyor. Hakikaten somut anlamıyla düne yani 23 Haziran’a işaret ediyor. 23 Haziran’da, emeğiyle geçinen insanların, daha insancıl koşullarda yaşamasını arzu eden, onların yaşadığı zorluklara üzülen, insanların geneliyle empati yapmaya, onları anlamaya çalışan bir insansanız ve 24 Haziran’da da bu kişi olmaya devam ediyorsanız o zaman en fazla bir seçimi kaybetmiş olursunuz. Daha doğrusu desteklediğiniz oluşum kaybetmiş olur. Yenilmiş olmazsınız.
Hayal kırıklığı, yenilmişlik duygusu… Bu duyguların yanında çok kuvvetli bir sinizm dalgası da geldi. 23 Haziran’da işçilerin ölümlerine duyarlılık gösterenler, 24 Haziran akşamında işçilerin öldüğü yerde AKP oyları ne durumda, dolayısıyla aslında çok da üzülmeye gerek yok gibi bir sonuca vardı. İşte “ben zaten refah içinde yaşıyorum hatta ismiyle cismiyle şu kadar gelirim var ama bundan sonra dert etmeyeceğim” gibi… Tam da böyle bir şeye işaret etmek istiyorum. Bana kalırsa esas yenilmiş olmak böyle bir şey. Sinizme savrulmadan bu hayal kırığıyla baş edebilmek gerekiyor. Ya da çok daha sinsi bir şekilde iktidarın söylemini, ifade biçimini önceleri hafif alaycı bir biçimde de olsa taklit etmeyle başlayan sonrasında bir tür uyumlanma, boyun eğme, sinme gibi bir deformasyon da olabiliyor. Bana kalırsa bu da yenilgi. İnsanlar üzülür, dertlenir, kahreder, kızar ama kendini deforme etmeden bütün bunları yaşar.
Demokrasinin bir unsuru addedilen seçim için ne düşünüyorsunuz?
Antik Yunan’dan beri tartışılan bir şey bu. Demokrasiyi olduğu gibi sandığa indirgeyince sorunlar tabii ki ortaya çıkar. Yüzde 51’in yüzde 49 üzerinde mutlak bir tahakkümü ortaya çıkar. “Ramazan’da lokantalar kapalı olsun mu, olmasın mı?” diye referandum yapılsa muhtemelen kapalı olsun diye bir sonuç çıkar. Sonrasında bir adım öteye götürülebilir. İşte “Ramazan’da açıkta yemek yeme, sigara içme dini değerleri aşağılama ve saygısızlık anlamında bir ceza olarak tanımlansın mı?” Bu da muhtemelen “evet” çıkar. Bir süre sonra böyle küçük adımlarla iktidarın temsil ettiği yaşam biçimine ve değerlerine sahip olmayan insanların yaşayacakları bir alan kalmaz. Demokrasi sandıktan ibaret bir noktaya getirilirse o zaman korkunç sonuçlara varılır ve o aşamadan sonra buna demokrasi denir mi bilmiyorum. “OHAL’de seçim olur mu?” tartışması bu yüzden. OHAL’de seçim olmasının sadece seçim güvenliğiyle ilgili ve bunun devlet aygıtları tarafından kötüye kullanılmasıyla ilgili riskli bir durum taşıdığını düşünmüyorum. OHAL’de seçim olması demek demokrasiyi bütünüyle seçime indirgemek demek.
‘YENİ BİR KURUCU ANLATI İNŞA EDİLİYOR’
.
Çoğunluğu nasıl tarif ediyorsunuz? Diriliş Ertuğrul dizisini kılıç kuşanarak izleyen, “Türkiye evimiz, Erdoğan babamız” diyen çoğunluk bugüne nasıl geldi?
Çok farklı perspektiflerden farklı tarifler olabilir ama son yıllarda en çok gözüme çarpan çocuksu bir halin oluşu. He-man diye bir çizgi film vardı. Benim kuşağımda sopadan kılıç yapardık ama çocuk olarak bunun bir fantezi olduğunun farkındaydık. Şimdi şöyle absürt bir durum var: Erişkinler bunları yapıyorlar ve ciddiler. Fantezi olduğunun ne kadar farkındalar çok emin değilim. Bir çeşit tarihsel gerçekliğe ve tarihten bugüne bir sürekliliğe atıf içerisinde bunları yapıyorlar. He-man olabilirler ya da ataları dedelerinde He-man’lik zaten varmış gibi… Bu çok çocuksu bir hal. Türkiye’nin yakın tarihinde böyle bir şey hatırlamıyorum. Bunun da pek çok sebebi olabilir.
Neler o sebepler?
Ulusu tarif etiğiniz zaman bir kurucu baba bulmak zorundasınız. Ulus devletlere baktığınız zaman bu hep vardır. Fransa’nın Napolyon’u vardır. Daha yakın tarihinde Bolivar vardır. İngiltere’nin zaten kralı, kraliçesi var. Figür üretmeye gerek yok. Amerika’nın kurucu babaları var. Lincoln, Washington gibi… Bu, Türkiye’de Atatürk idi ama son 15 senede Atatürk baba olmaktan çıkarıldı. Yani mutlak, güçlü, eksiksiz bir figür değil de insan olan bir imgeye dönüştürüldü. “Ayyaşın biri” denildi. Hatta bazı yerlerde ayarı kaçırıldı. Kötücül, değersiz, aşağılayıcı bir yerden de tanımlanmaya başlandı. Bunun somut karşılıkları da oldu. Müfredatta değişiklikler yapıldı. Yeni bayramlar var örneğin. Nedir, ne değildir sadece tarihçilerin bildiği bayramlar. Bayram dediğiniz şöyle bir şeydir: Bir takım insanlar bir araya gelir, bir şey kutlanır ve neyin kutlandığı bilinir. Bu baharın gelişi de olabilir, ekinlerin toplanması da, kıtlığın geçmesi de. Şimdi bir bayram var: “Kût’ül-Amâre.” Kim biliyor bu bayramı?
Bu aslında adeta bir mühendislik projesi gibi. Yeni bir kurucu anlatı inşa ediliyor. “Osmanlı’ya reklam arası girdi” gibi söylemlerle daha da kendin belli eden bir inşa. Bu yeni anlatının yeni kahramanları, yeni tarihleri, yeni bayramları, yeni söylemleri var. Bu anlatıda bir dede var. O da Abdülhamit. Arada atlanan bir kuşak var. Yeni kavuşulan baba ise Tayyip Erdoğan’ın kimliğinde somutlaşıyor gibi görünüyor. Bu halin içine sokulun toplum çocuklaşmak zorunda. Bu sahneye, yeni bir baba monte edilecekse, sahnedekiler çocuklaşmalı ki babaya biat etme üzerinden sahne tamamlansın.
Bir diğer sebep ise şu gibi geliyor bana: Ülke geneli için söylemiyorum ama ayrı ayrı tanımlayacak olursak iki ayrı tip ebeveyn profili var. İlki şehirli ve modern ebeveynler. Onlar muhtemelen çocuklarından gözlerini ayıramıyorlar. Ne kadar doğrudur bu ayrı konu. Bir de tam tersi var. Özellikle kırsal kesimde, daha sosyo-ekonomik durumu düşük olan kesimde görünmeden büyüyen, “Karnı tok, sırtı pek. Tamam” denilen çocuklar. Bu çocuklar neyle ilgileniyor, neyi dert ediyor, neye heves ediyor, en sevdiği arkadaşı kim? Bilinmiyor. Ruhsal ihtiyaçları karşılanmadan büyüyorlar. Sonra bunlara deniliyor ki “Siz aslansınız, kaplansınız. Bütün Avrupa sizden korkuyor.” Mahrum kaldıkları bir şeyden çok yoğun bir dozda almış oluyorlar ve adeta büyülenmiş gibi tepki veriyorlar. Çocuksu hırçınlıkların, sevinçlerin, böbürlenmelerin bir sebebi de bu. Üstüne bir de monte edilmeye çalışılan yeni bir baba figürü var.
‘BİLİM İNSANININ SÖZÜ HALKA ERİŞEMİYOR’
Tüm bu bahsettiğiniz çocuksulaşan kitlelerin değişmesi için ne gibi toplumsal değişimlere (ya da mühendisliğe) ihtiyaç var?
Çok bir şeye ihtiyaç yok aslında. Böyle yapıldı diye anti tezini yapmak lazım diye bir şey yok. Basın özgürleşebilse, erişkin olan insanlar kendileriyle, ülkeleriyle, dünyanın gerçeklerine ait hakikatle karşılaşabilseler bu başlı başına çok yeterli bir unsur olabilir. Mesela, tam da böyle davranan bir çocuk, okula başladığında başta çok zorlanır, sonrasında ise adapte olmak zorunda kalır. Özellikle basın tarafından çok kuvvetli bir paranoya pompalanıyor. “Herkes bizi kıskanıyor”, “Köprü yapacağız diye Almanlar perişan oldu”, “Havaalanımızdan, tünelimizden, köprümüzden korkuyorlar”, bunlar ciddi paranoyalar. Erişkin sorumluluğu içinde aksiyon almaktan iyice uzaklaşılıyor ve bütün bunlar paranoya olarak kalmıyor. Büyüklenmeci düşünceler de gelişiyor. Basın ayna olabilme işlevini görebilseydi, farklı olurdu.
Ve tabii, üniversiteler özgürleşmeli. Aydınlar, akademisyenler sözlerini ifade edebilmeli. Onur Hamzaoğlu örneği var. Gebze’de çocukların doğduktan sonra yani anne karnındayken yaptıkları ilk kakada ağır metaller, kurşun, kansorejen maddeler buluyor ve bunu bilimsel bir yayın olarak raporluyor. Onur Hoca’yı, halkı paniğe sevk etmekten tutukladılar. Halk panik olsun zaten. Dilovası’nda dolaşsak, “Onur Hamzaoğlu kimdir?” diye, haberi olan kaç kişi buluruz? Varsa da, ülkesini hiç sevmeyen, huzuru bozmak için nifak tohumu eken insan olarak biliniyor olması muhtemel. Dolayısıyla bilim insanının sözü de erişemiyor halka. Bu bariyerler ortadan kalktığı zaman, kendiliğinden işler hızlıca rayına girebilir gibi geliyor bana.
‘BEYAZIT ÖZTÜRK’ÜN GÜRCÜ OLDUĞU VURGULANDI’
Üzeri örtülmüş bu kadar travması olan bir toplum diyorsunuz bir yerde… Bu toplumun travmaları olduğunu kanıtlayan şeyler neler?
Travmatik olaylar var. Bunu tartışamayız sanırım. Travmanın sonucunu görmemek de bazen travmanın sonucudur. Önemli olan konu travmanın nasıl işlendiği. İşlenemiyor Türkiye’de. Bu ülkede çoğu insan güvende hissetmiyor kendini. Örneğin finansal anlamda. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları… Bunlardan haberi olmayan bir insan bile, kuşaktan kuşağa farkında olmadan bu kaygıyı miras olarak alıyor. Çünkü biliyoruz bir anda bir şeyler olabilir. Aç, açıkta kalınabilir. Ermenilerin yaşadıklarını bu kuşaktaki insanlar bilmese de dedeleri, babaları, nineleri biliyordur. Bir yazıda anlatmıştım. 6- 7 Eylül Olayları sonrası bir gayri Müslim esnaf, 8 Eylül’de İstiklal Caddesi’ndeki dükkanına geri geliyor, ne olmuş diye. Bakıyor ki yan komşusu dükkanını sahiplenmiş. “Komşuyduk. Sabah kahvaltı ederdik. Bir hukukumuz vardı. Çok üzüldüm” diyor. Bu esnaf, bana göre bir daha kendini güvende hissetme ihtimali kalmamış bir kişidir. En başta Ermenilerin yaşadığını biliyoruz böyle şeyleri. Trakya’da Musevi pogromu yapıldı. Doğu Karadeniz’de yapılan pogromlar var. Bu şiddet zincirinin en son halkası yok. Kürtler varken Suriyeliler geldi. Onlar bitince başkası gelecek. Bu saldırganlığın yönelme riski olmayan çok az insan var. Benim için Beyazıt Öztürk- Ayşe Öğretmen olayı çok kritik bir şeyi ele verdi. O zamana kadar “iyi aile evladı”, “çok efendi çocuk” vesaire denen, genel olarak ülkenin değerleriyle örtüştüğü varsayılan bir figür olan Beyazıt Öztürk’ün, Ayşe Öğretmen olayından sonra özellikle Gürcü olduğu vurgulandı. Herkes o kadar topun ağzında aslında. Yüzleşme, hafıza, adalet önemli şeyler. Önemli bir şey daha var o da yas tutabilmek. Pek çok şeyin yanında insanlar yas tutamıyor. Ankara’da garda patlama oldu. İnsanların bir araya gelip anmasına izin verilmedi. Ölen insanlar şeytanlaştırıldı. Kayıpları olan insanların bir araya gelmeye, birbirleriyle konuşmaya, halden anlayacak başkalarıyla tanışmaya ihtiyaçları vardır. Yas böyle tutulur. Bir sokakta cenaze varsa, müzik açılmaz mesela. Tanıklık edilmesi gerekir. Yası tamamlamak unutmak demek değil, hatırlayabiliyor olmak demek aslında. Barış ve Demokrasi Mitingi’ni organize eden insanlar kendini çok suçlu hissediyorlar. Gitmeyenler çok suçlu hissediyorlar. Gidenlere müsaade ettikleri için yakınları suçlu hissediyor. Pek çok şey sıralanabilir travmalarımıza.
‘ERKEK DOĞASINA DAİR BİR TAKIM TARİFLER YAPILIYOR’
.
Faust’ta geçiyor: “Sonuçta, kendi yarattığımız yaratıklara bağımlıyız.” Ardı ardına gelen çocuk tecavüz, kaçırma haberleri, kadına şiddet, hayvanlara yapılanlar… Bunca “sıradanlaşmış” kötülüğün müsebbibi devlet mi? Yoksa devlet bizlerin sonucu mu?
“Yoksa” olmak zorunda mı? İkisi de olabilirmiş gibi geliyor bana.
Peki, ikisi nasıl oluyor?
İnsan, doğası itibariyle iyilik yapmaya meyilli diyemeyiz ama doğumsal diyebileceğimiz pek çok zihinsel modül hazır vaziyette dünyaya geliyor. İnsanın, şefkat duymaya meyleden kuvvetli bir tarafı var. Yapısal, fıtri ya da ne derseniz artık. Ama hikaye bundan ibaret değil. Son derece bencil, saldırganlaşabilen, kötücül diye tanımlayabileceğimiz çok kuvvetli tarafları da var. Kötücül taraf nasıl çıkar ortaya? Kişi bunu pazarlayabileceği ya da rasyonalize edebileceği zeminler arar. Kötücül tutumlar ancak onun meşrulaşmasıyla artabilir. Ben meşrulaşabildiği yönünde çok önemli bir kültürel iklimin oluşturulduğunu düşünüyorum. Özellikle cinsel saldırganlık konusunda. Cinsel ihtiyaçlar ve “erkek doğasına” dair bir takım tarifler yapılıyor din adamları, köşe yazarları, politikacılar tarafından. Bütün bu yorumlar halka enjekte ediliyor. “Erkek doğası gereği tahrik olur”, “Eğer cinsel ihtiyaçları karşılanmazsa saldırganlaşabilir, onun da kendini bir yere kadar kontrol edebileceğini aklımızda tutuyor olmamız gerekir” gibi… Özellikle erişkinlere dönük cinsel saldırıları, kadının giyinmesine, hal ve hareketlerine ya da gecenin bir yarısı evden çıkıp çıkmadığına atfederek açıklarsanız o zaman işte meşruiyet zemini oluşur. Biz “kadınlar gözükmesin”, “pembe otobüs olsun” dediğimizde bu atıflar daha da kuvvetleniyor. Devlet tarafından da tanınan bir şeye dönüşüyor. Aslında, deniyor ki, “Ey erkekler, biz bu kadınları sizle aynı otobüse koyduğumuz zaman siz bu kadınlara saldırganlık gösteriyorsunuz. Bunun adını koyduk, durum böyle.” İşin doğası böyle demek bu.
‘İDAM TARTIŞMASI GERİ KALAN HER ŞEYDEN DAHA ENDİŞE VERİCİ’
Vivet Kanetti şöyle diyor: “Tüm cezalardan etkili, sevgiden de etkili, evet sevgiden çok daha etkili sizden küçüklere (ve tabii hayvanlara) karşı saygı ve mesafe kavramlarının geliştirilmesi. Toplumun hemen her katında eksikliği hissedilen. Acıma dolu tweetlerde bile. Çok hislilik, az saygı.” Katılıyor musunuz?
Önemli olmakla birlikte, tek başına az önce konuştuklarımızı çözecek bir unsur olmayabilir. Erkeklik diye neyi tanımlıyoruz, en önemli şey bu gibi geliyor bana. “Benim bedenim, benim kararım” o kadar yerinde, o kadar isabetli bir slogandı ki… Bakalım çocuk, kucağa oturmak istiyor mu? Sarılmak istiyorsunuz ama o istiyor mu? Akranınıza bunu yapmazsınız. Önce gözetirsiniz. Çocuğu niye göz etmiyoruz? Aşırı endişeli, post modern garip ebeveyn bir tutuma gerek olmayabilir.
“Bir öpücük ver, ben de sana çikolata vereyim” zaten kabus bir diyalog. İstismarcılar çocuklara nasıl yaklaşıyor? Oyun ve rüşvetle yaklaşıyorlar. Tam olarak istismarcının taktiği bu. Çocuk, çocuktur. Erişkin gibi davranmanın iyi fikir olduğunu düşünmüyorum ama yine de çocuğu birey olarak kabul edip, ne istediğini göz etmek gerekiyor. Çocuk ittirirken, “Bak kızım, oğlum… Ahmet amcan ne kadar seviyor seni, taa nereden geldi, oyuncak kamyon da getirmiş. Yapma, ayıp” deniyor. Olur mu öyle şey? Sarılmak istemiyorsa, yaklaşmak istemiyorsa karar onundur. Karikatürize bir tutuma gerek yok. “Bak şimdi Ayşecim. Sana sarılmak istiyorum. Yanaklarından iki kez öpebilir miyim?” Yani böyle yapay, çocuğun kafasını karıştırabilecek bir kontrat yapmaya gerek yok.
İdam cezası için ne düşünüyorsunuz?
İdam dediğiniz şey öldürme aslında. Bazen bazı sözcüklerin yerine pazarlamaya yardımcı olacak şekilde yeni sözcükler konuluyor. “Fiyat düzenlemesi yapıldı.” Halbuki zam gelmiş. İnsanların kafası kırılıyor, bir sürü şey oluyor. “Polis müdahalesi.” Teknik bir jargon haline getirince farklı bir anlamdaymış gibi duruyor. İdam dediğiniz şey, devletin birini öldürmesi. Öldürmeyi meşru hale getirelim mi? Ceza olarak tanıyalım mı? Böyle bir şiddet biçimini ceza yöntemi olarak tanımladığınızda, diğer şiddet biçimleri kendiliğinden meşrulaşacak. Sorunların sebeplerine dair gösterilen atıflara bakmalı. Pembe otobüs gibi düşünebilirsiniz bunu. Topluma nasıl mesaj veriliyor? Pembe otobüsten çıkan sonuç şuydu: “Erkek doğası gereği kendini zapt edemez.” İdamda şöyle bir atıf doğuyor: “İnsan gerekli durumlarda olabilecek en şiddetli cezaya maruz bırakılabilir.” Orada tacizi burada şiddeti meşrulaştırma yönünde atıflar var. Ürkütücü tabii ki. Devletin, toplumdaki bireyleri öldürebilme yetkisinin olması, insanların birbirini öldürmesini çok daha kolaylaştırabilir gibi geliyor bana. İdam tartışması, geri kalan her şeyden çok daha endişe verici.

5 yıl sonra komadan uyandı ama 1980'de yaşıyor

 https://www.gazeteduvar.com.tr/5-yil-sonra-komadan-uyandi-ama-1980de-yasiyor-galeri-1730230?p=7 5 yıl sonra komadan uyandı ama 1980'de ...