İzleyiciler

31 Ağustos 2019 Cumartesi

Pavyon: İma ve vaat

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/08/30/pavyon-ima-ve-vaat/

Pavyon: İma ve vaat

Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin farklılaştığı, cinselliğin genelde şarkı sözlerindeki imalar ve konsomatrislerin beden dillerindeki, sahnede müşterilere sokularak bel kıran dansçıların terli göğüs dekolteleri ile kalça hareketlerindeki vaadlerle sınırlı olduğu mekanlara farklı muamele göreceği beklentisi ve hatta inadıyla gelen müşteri hayal kırıklığına uğrayacaktır.
Yönetmenliğini Sami Öztürk’ün, yapımcılığını ise Enver Arcak’ın üstlendikleri Pavyon belgeselini bazılarınız izlemişsinizdir. Behzat Ç. dizisi ve aynı zamanda elektro saz eşliğinde yerinden hoplatan Angara havaları başkenti çoktandır alaycı fakat mütecessis bir ilginin merkezine taşımıştı. Boğaz’da süzülen gezi teknelerinde ve hatta hanım sultanların adına inşa ettirilen yalılardaki sosyetik düğünlerde bile “Angara’nın Bağları” icra edilip parmak şaklatılmadan edilemiyordu. Bilinçli icra edilen bu taşralı maskaralık neşe veriyordu metropol sakinlerine. E tabii sonra elit yaşamlarına dönüp taşra irisi şehir hakkında atıp tutmaya devam ediyorlardı. Şehrin halihazırdaki yerel kültürünü temsil eden, suni (elektro) bağlama nağmeleri eşliğinde arka arkaya dizilen yaveler, yani müstehcen, matrak ve absürt şarkı sözlerinde Ankara’nın kuzeyinde doğup zengin muhitlere doğru büyümüş, şehrin alametifarikası olan pavyonlar esas karakterdiler.
Sami ile Enver, çoğu kişinin kültürel olarak çok uzağına düşmelerine rağmen iştahlı bir merak duydukları bu mekanlara kafalarını uzatıp bakma cesaretini gösterdiler. Bununla da kalmayıp, çalışanlar ve müşterilerin mahremiyetine sokulabilecek kadar güvenlerini kazandılar. Kameranızı herhangi bir yükseltiye yerleştirip rastgele kayıt yapsanız bile sosyal medyada izleyici rekoru kırabileceğiniz bu mekanların inşa ettikleri alt kültürü, sansasyon yaratma çabasının ötesinde bir merakla, anlama gayretiyle izlediler ve şimdi de izletiyorlar.
Orta Anadolu’nun oturak alemleri, sazlı-sözlü eğlenceleri, ferfene toplantıları, köçeklik geleneği meşhurdur ve çok eskiye dayanır. Türkan Şoray’ın başrolünü oynadığı, Sabahattin Ali’nin bir hikayesinden senaryolaştırılan Gramofon Avrat, Konya’da oturak alemlerine gidip göbek atan genç, güzel bir kadının hüzünlü hikayesini anlatırken, yörenin erkekçe eğlence anlayışının hikayesini de anlatıyordu.
Modern bir Batılı başkente benzesin diye epey çaba harcanan Ankara’nın sazlı-sözlü, içkili, oyun havaları eşliğinde dönenmeli eğlence kültürünü kazıyıp atmak, onu Orta Anadolu taşrasından çekip almak tam anlamıyla mümkün olamadı hiç. Bağlarda, bahçelerde, su kenarlarında, derme çatma bağevlerinde ortaya çıkan gelenek Cumhuriyet’le birlikte Çankırı Caddesi, Cebeci, Bent Deresi, İsmetpaşa gibi semtlerdeki, adına o zamanlar bar denen mekanlara taşındı. Bu mekanlara Nil, Tabarin gibi modern isimler verilse de sunulan hizmet çok farklı değildi. Müdavimlerinin “Macar katanası gibi” diye tarif ettikleri Macar konsomatris ve garsonların hizmet verdikleri bu barlar, Orta Anadolu muhafazakarlığından nasibini fazlasıyla almış Ankara’da kamusal alanın kadınsızlığını, “başkasına ait olan” ve namus/ahlak anlayışı farklı olan bir kültüre mensup Avrupalı kadını arzu nesnesine dönüştürerek telafi etmeye yarıyordu. Özellikle şehri mamur etmek için davet edilmiş yahut görevlendirilmiş, bekar veya ailesinden uzakta memur, siyasetçi ve sanatçılarla dolup taşıyordu bu mekanlar.
Bar denilerek kibarlaştırılıp mutenalaştırılmaya çalışılan pavyonlar yıllar içinde asıllarına rücu ettiler. Bölüne bölüne çoğaldılar. Bulundukları semtlere ve müdavimlerinin sınıfsal konumlarına bağlı olarak, dekorasyon, personel, repertuvar, şov, menü ve tabii fiyat bakımından çeşitlendiler. Mahallenin yaşlı kadınları, “bara, saza dadanan” oğullarına, damatlarına ilenirlerdi ben çocukken. Hele bu adam, ailesinin rızkından kestiği parayla oralardan bir de “dost tutmuşsa” çatkılar sarılırdı başlara ve bir araya gelinerek bir hal çaresi düşünülürdü kara kara. Pavyondan “kadın çıkaran” erkeklerin namus ve ahlak anlayışı da tartışma konusu edilirdi. Bunun da bir çeşit sevap olduğunu iddia eden birkaç çatlak ses hemen susturulurdu. Yeşilçam’ın da sevdiği bir temaydı konsomatris veya pavyon şarkıcısı ile müşterinin aşkı, onay görmeyen evliliği. Tövbekar olmak “geçmişin günahlarını affettirir mi?” sorusu etrafında örülürdü bu filmlerin hikayeleri.
Osman Özarslan’ın Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik adlı kitabını okuyup, üstüne bir de Pavyon belgeselinin karakterleriyle tanışınca, nüfuz etmesi neredeyse imkansız bu alt kültürün dinamiğini, ne tür taleplere karşılık geldiğini, buralarda cinsiyet rollerinin, sınıf ilişkilerinin, hiyerarşinin nasıl kurulduğunu, bu mekanların ekonomi-politiğini büyük ölçüde idrak ediyorsunuz. Tabii Şenay Yılmaz ile birlikte pavyon kuaförlerini dolaşarak yaptığımız görüşmeler de bu konuda ufuk açıcıydı. Özarslan’ın bir “erkeklik müzayedesi” diye tarif ettiği erkeklik performansının, her yaştan bir erkek kalabalığı tarafından icra edildiği yerler pavyonlar. Fakat sanılanın aksine, eril tahakkümün, şiddetin alışıldık biçimlerde işlediği yerler değil. Buralar, çoğu zaman konsomatrisler/şarkıcılar, müzisyenler dahil çalışanların iktidar kurdukları ve kuralları belirledikleri yerler. Ama tabii iktidar iktidardır. Zorbalık, korku, rıza, çıkar ilişkileri, müzakere içerir. Müşterinin sınıfsal konumu, statüsü ona yönelik muameleyi bir ölçüde farklılaştırsa da racona aykırı davranışların, hatta bu yöndeki girişimlerin bile affedilmediği bir mekandır pavyon. Bir konsomatrisin tabiriyle “Müşteri içer para verir, konsomatris içer para alır”. Hatta daha çok, müşteriye ayık kafayla daha çok ısmarlatabilmek için içermiş gibi yapar. Müşteriye ödettiği hesapla itibar ve para kazanan konsomatrisler pavyonların belkemiğidirler. “Midemi pazarlıyorum” diyen konsomatrisin ipucunu verdiği pavyon kaidelerinden bir diğerini “Bizim sermayemiz kadın değil, bizim sermayemiz içki, yalan satmak” diye hatırlatır bir başkası. Müşterilerle yatmadıklarını, ola ki yatarlarsa bunu kendi rızalarıyla yaptıklarını sık sık vurgulayan bu kadınlar kendilerini seks işçilerinden itinayla ayırırlar. Onlara bazen acıma, bazen de iğrenme hissiyle yaklaşırlar. Genel ahlakın değer yargılarına yaslanarak kendileriyle ilgili olumsuz imajdan arınacaklarını düşünmektedirler belki.
Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin farklılaştığı, cinselliğin genelde şarkı sözlerindeki imalar ve konsomatrislerin beden dillerindeki, sahnede müşterilere sokularak bel kıran dansçıların terli göğüs dekolteleri ile kalça hareketlerindeki vaatlerle sınırlı olduğu mekanlara farklı muamele göreceği beklentisi ve hatta inadıyla gelen müşteri hayal kırıklığına uğrayacaktır. Gece aleminin hoyratlığına, erkekler dünyasının tekinsizliğine racona uyum göstererek dahil olan konsomatrisler, şarkıcılar, dansçılar erkeklik performansının bir parçası olurlar çalışma saatleri boyunca. Kendilerine “ameliyatçı”, “kaşar”, “kasap” gibi isimler takan kadınlar, “mekancı” dedikleri müşterilerin “dükkan” dedikleri pavyona kandırılmaya, avutulmaya, pohpohlanmaya geldiklerini bilirler. “Halkla ilişkiler uzmanı ve psikolog gibi” çalıştıklarını söyleyen bu kadınlara ne zaman yaptıkları işin riskleri sorulsa “Ben onu s.ker gönderirim. O bunun farkında değil” ve benzeri şeyler söylemeleri bu dehşet dengesini koruma refleksi gibi görünür. Müşteri soyulup soğana çevrilme, hatta dayak yeme riskine rağmen talepkar; konsomatris, takıntılı müşterilerin, acımasız patronların, belalıların müsebbibi oldukları ve bazılarının yüzlerinde taşıdıkları faça izlerinden okunabilen dehşet hikayelerine rağmen mekanın kuralları ve pavyonculuğun raconuna güvenerek mağrur ve özgüvenlidirler. Kadınları evlerinde, kuaförlerde, sokakta takip edip bela olan erkekler az değildir oysa. Taksici işte biraz da konsomatrisi, dansçıyı bunlardan koruyup sağ salim evine ulaştırmaktan sorumludur. İlişkinin profesyonellik sınırlarını aşıp aşmayacağına ortak karar verilir. Yahut koşullar belirler bunu. Pavyon çalışanı kadın için güçlü görünmek, meydan okuyucu olmak, küfrün bini bir para olan, cinselliğin edepsizce dile dolandığı bir jargona başvurmak kendini korumanın bir yoludur. Erkeksi, cinsel olarak atak görünen kadın erkeklerde korku yaratır. Beklenmediktir. Toplumsal onayın dışına kaçmış, feleğin çemberinden geçmiş bu kadın tipi müşterilerin “dışarıdaki” hayatlarında çoğunlukla yer bulamaz. Bu yönüyle pavyon, Foucault’nun öteki mekan dediği, geçicilik mentalitesiyle tarif edilebilecek bir kaçış, bir haz mekanıdır. Yarı çıplak bedenlerin, esrik bir müziğin, alkolün ve hatta uyuşturucunun biçim verdiği karnavalesk bir mekan. Bazen de müşteri talebine bağlı olarak mazbut, müşfik görünmelidir kadın. Ağır abla olmalı, eşlikçi olmakla yetinmelidir. Konsomatris tecrübeliyse müşteriyi ilk bakışta göz terazisinde tartar ve nabza göre şerbet verir.
Pavyon konsomatris ve müşteriden ibaret değildir elbette. Başta bahsettiğim ve Ankara’nın kadim seymen kültürü nezdinde yozlaşma olarak algılanan oyun havaları ve hepsi birer sahne amiri gibi müşteriyi, dansçıyı yönlendiren, zapturapt altına alan müzisyenleri anmadan pavyon kültüründen söz edemeyiz. Bu kültürün izini buralarda çalınıp söylenen şarkıların/türkülerin sözlerini, ritmlerini takip ederek sürebiliriz. “Ali Dayı, Ali Dayı bir gecede yedin tarlayı” nakaratında ete kemiğe bürünen pavyon ekonomisi, adı anons edildikten sonra alemin en çekici, en popüler kadınıyla, en kıvrak namesi eşliğinde, hemcinslerinin kıskanç nazarlarını üzerinde hissederek, saz üstadının gönendirici yahut sarakaya alan dokundurmalarını işiterek oynayabilmek hevesi üzerine kuruludur. Ve tabii bir de müşteriye kendisini güçlü, cazip ve sevilesi hissettiren, ihtiyaca göre arzu ya da şefkat iması ile diğerlerinden farklı muamele göreceği vaadi üzerine…

Cumartesi Anneleri

https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/08/30/isigin-kusaktan-kusaga-nobetcileri/

Işığın kuşaktan kuşağa nöbetçileri

Meydanları hak arayanlara yasaklayan devlet adamları dünya üzerinde hep oldu. Kimse onları hayırla anmıyor. İktidar hırsları uğruna çektirdikleri acılar, haksızlıklar, zulüm onları ölümsüz kılmadı. Yok olup gittiler.


Emine Ocak'ın Mektubu

https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2019/08/30/birbirimize-kardes-evlat-arkadas-olduk/

Birbirimize kardeş, evlat, arkadaş olduk

Ben bir söz verdim evladını, eşini, kardeşini bulamadan aramızdan ayrılan arkadaşlarıma. Onlar hesap vermemek için hepimizin ölmesini bekliyor ama hesap vermekten kurtulamayacaklar. Biz son kaybımız bulunup, kaybedenler ceza alana kadar vazgeçmeyeceğiz.

Emine Ocak
19 Ağustos’ta kaybettiğimiz Elmas Eren ve gözaltında kayıplar mücadelesinde aramızdan ayrılan tüm mücadele arkadaşlarıma…
Bugün Dünya Kayıplar Günü. Kayıpların bulunmasına ve biz geride kalan ailelerinin yaşadıklarına dikkat çekmek için Birleşmiş Milletler 30 Ağustos’u seçmiş. İşte böyle bir günde 24 yıldır yaşadıklarımı bir kez daha anlatmak istedim.
Anlatayım ki, unutulmasın. Anlatayım ki; evladını bulamayan, adaleti göremeyen anneler umudunu kaybetmeden nasıl ayakta kalır herkes bilsin.
Her cumartesi kayıplarımızla buluştuğumuz Galatasaray’ın bize yasaklanmasının üzerinden bir yıl geçti. Polislerin bizi sürüklediği, döverek kapattığı Galatasaray’a bir yıldır gidemiyoruz. Bir yıldır her cumartesi yaralarım kanıyor. Bir yıldır bana ve 24 yıldır Galatasaray’da diz dize oturduğum, birlikte mücadele ettiğim arkadaşlarıma yapılan zulümden utanmayanların ablukası devam ediyor.
İstiyorlar ki, devletin kaçırarak kaybettiği yakınlarımızı aramayalım.
İstiyorlar ki, kimse bu devletin suçlarını konuşmasın.
İstiyorlar ki, herkes için gerekli olan adaletten uzaklaşılmasına kimse itiraz etmesin.
25 Ağustos 2018’de dünyada gözaltında kayıplarını arayanlar olarak bilinen biz Cumartesi Anneleri ve Cumartesi İnsanları, Galatasaray Meydanı’nında 700’üncü kez bir araya gelecektik. Kaybedilen yüzlerce insanımızın nerede olduğunu soracaktık. Dirisinden vazgeçip kayıplarımızın birer mezarlarının olmasını ve 700’üncü kez kaybedenlerin mahkeme önüne çıkarılmalarını isteyecektik. Bunları istemek nasıl yasaklanabilir aklım almıyor.
700’üncü haftamızdan bu yana, yani tam 53 haftadır bu zulmü kabul etmiyoruz. Biz hiç vazgeçmedik ki… Bizim etrafımızı sararak, iterek, önümüze kalkanlı polisleri dizerek vazgeçeceğimizi mi sanıyorlar!
Ben 27 Mayıs 1995’te Galatasaray’a ilk çıkan annelerden biriyim.
Oğlum Hasan Ocak öğretmendi. Kimseyi incitmeyen, herkesin yardımına koşan, yüreği insan ve doğa sevgisiyle dolu bir sosyalistti. Sokakta oynayan çocuklara dağıtmak için her zaman cebinde şeker ya da sakız taşırdı. 21 Mart 1995’te beni aradı, kızım Aysel’in doğum günü için balık ve pasta alacağını söyledi.
Hasan’ım eve bir daha gelemedi. Nereye gittiysek “bizde yok!” diyorlardı. Hasan’ı gözaltında görenler polislerin ona çok ağır işkence yaptığını söylüyorlardı. “Gözaltı listesinde Hasan’ın ismi yazılıydı, gördük” diyorlardı.
Hasan’dan önce gözaltında kaybedilenlerin aileleriyle işte o zamanlarda İnsan Hakları Derneği’nde tanıştım. Bu acıyı, bu zulmü yaşayan ilk ben değildim. Başka kimse yaşamasın diye acılarımızı birleştirmeye, başkalarına umut olmaya o zamanlarda başlamıştık.
Başvurmadığım yer kalmadı. Bir boşluğun içindeydim, oğlumun başına ne geldiğinin belirsizliği yakıp kavuruyordu yüreğimi. Ama oğlumu aramaktan hiç vazgeçmedim. Oğlumu bulma umudumu hiç kaybetmedim. 58 gün sonra adli tıp kayıtlarında oğlumun fotoğraflarını buldu çocuklarım. İşkence edilmiş, öpmeye kıyamadığım güzel yüzü tanınmaması için parçalanmış. Çocuklarım o fotoğrafları bana göstermediler. Hasan’ım kimsesiz değildi ama yapılan işkenceleri kimse görmesin diye Kimsesizler Mezarlığına gömmüşler.
Kimsesizler Mezarlığından çıkardık Hasan’ımı, kendi mezarlığımıza gömdük. Sonra kayıp yakınları ve insan hakları savunucularıyla oturup, bir daha kimse gözaltında kaybedilmesin diye her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda sessizce oturmaya karar verdik. Bizim Galatasaray’da oturduğumuzu öğrenen başka aileler de yanımıza gelmeye başladı. Çok büyüdük Galatasaray’da. Birbirimize kardeş olduk, evlat olduk, arkadaş olduk. Sesimiz duyulmaya başladıkça, kayıplar da azaldı. Bizim mücadelemiz sayesinde daha fazla insan gözaltında kaybedilemedi. İnsanların yaşam hakkının güvencesi olduk.
300, 400, 500, 600 gibi haftalarımızda binlerce kişi geldi yanımıza. Bizimle birlikte sessizce fotoğraflarımızı taşıdı. Alkış bile çalmadılar, çünkü herkes bizim sessizce oturduğumuzu biliyordu.
Devletin işlediği suçları söylemenin de bir bedeli vardı. Bizim orada olmamızı, bu suçları söylememizi istemeyenler her zaman oldu. Gözaltına da aldılar, cezaevine de koydular ama biz birbirimizden ayrılmadan, vazgeçmeden kayıplarımızı istemeye devam ettik.
Sene 1997 ya da 1998’di, genç bir delikanlı geldi yanımıza, elimizi öptü ama ağlayacak gibiydi. Birlikte geldiği annesi sürekli ağlıyordu, bizse şaşkındık. Anlatmaya başladı sonra; “18 gün beni gözaltında tuttular, çok işkence yaptılar. Beni kimsenin göremeyeceği ayrı bir yerde tutuyorlardı ve gözaltında kaybedeceklerini söylüyorlardı. Polisler beni savcılığa çıkarttıklarında ‘seni gözaltında kaybedecektik ama senin anan da gider Cumartesi Anneleri’ne katılır diye bırakıyoruz’ dediler. Ben sizin sayenizde yaşıyorum”… Delikanlının anlattıklarını dinleyince hepimizin içi o kadar çok rahatlamıştı ki, o gün dünyalar bizim olmuştu sanki.
699 hafta oğlumun ve gözaltında kaybedilen yüzlerce kişinin fotoğrafını taşıdığımız, adalet istediğimiz Galatasaray Meydanı 53 haftadır suskun. “Sizin sorununuz benim kabinemin sorunudur” diyen dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, şimdi Cumhurbaşkanı. Verdiği sözü tutmayan bir Cumhurbaşkanı olur mu? Kayıplarını arayanlara yapılan bu işkence yüz yıl da geçse unutulmaz. Artık suçlarını kabul etsinler istiyoruz, özür dilesinler bizden ve açsınlar bizim meydanımızı.
Galatasaray bize yasaklandığından beri kayıp haberleri çoğaldı. Hâlâ iki kişiden aileleri haber almaya çalışıyor. Yoksa herkesi susturup yeniden insanları kaybetmek için mi bizi engelliyorlar? Ben gözaltında kaybedilmiş bir evladın annesiyim, her kayıp haberinde yüreğim daralır ve her kayıp annesi gibi sokaklara çıkmak isterim.
Defalarca yan yana geldiğimiz Arjantinli annelerden biliyorum, biz vazgeçersek kayıplarımıza ulaşamayacağız.
Biz vazgeçersek bu ülke kaybedenlerin cenneti olmaya devam edecek.
Biz vazgeçersek bu ülke yakınlarını arayanlar ve adalet isteyenlerin cehennemi olmaya devam edecek.
Biz vazgeçersek, adalet hiçbir zaman sağlanmayacak.
Ben bir söz verdim evladını, eşini, kardeşini bulamadan aramızdan ayrılan arkadaşlarıma. Onlar hesap vermemek için hepimizin ölmesini bekliyor ama hesap vermekten kurtulamayacaklar. Biz son kaybımız bulunup, kaybedenler ceza alana kadar vazgeçmeyeceğiz.
En son arkadaşım Elmas’a söz verdim; bizim olan, kayıplarımızın olan Galatasaray’da, çocuklarımızın fotoğrafını bir gün mutlaka taşıyacağız.

Kötü Anne?




Kızının Yanında Vurulan Kadın

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1551931/Kizinin_yaninda_basindan_tabanca_ile_vurulan_kadin_yasam_mucadelesi_veriyor.html

Kızının yanında başından tabanca ile vurulan kadın yaşam mücadelesi veriyor

Arnavutköy'de evinde temizlik yaptığı sırada 6 yaşındaki kızının yanında başından vurularak ağır yaralanan Tuğba Anlak (30) hastanede yaşam mücadelesi veriyor. Güvenlik kameralarına da yansıyan olayla ilgili hastane önünde açıklama yapan aile ise yetkililerden destek bekliyor.
Yayınlanma tarihi: 27 Ağustos 2019 Salı, 14:44
[Haber görseli]
Olay, 31 Temmuz akşamı Arnavutköy'de meydana geldi. Edinilen bilgiye göre, Antalya'da yaşayan Tuğba Anlak (30) eşiyle boşandıktan sonra 6 yaşındaki kızı Almira ile İstanbul'a taşındı. Bir süre çeşitli işlerde çalışan genç kadın daha sonra bir kafe açtı. Sürekli kafeye gelen ve kendini mimar olarak tanıtan Murat Uslu, Anlak'la arkadaşlık kurdu. Genç annenin işleri iyiye gitmeyince kafesini bir süre sonra devretti ve başka bir eve taşındı. Yeni evini temizlediği sırada Murat Uslu kafede çalışan Mustafa Ünver ile birlikte evin bulunduğu yere geldi. Murat Uslu araçta bulunan silahı alarak pencereden içeriye girdi.
KIZININ GÖZÜ ÖNÜNE VURDU 

Genç kadını 6 yaşındaki kızının gözü önünde önce darp eden daha sonra da kafasından silahla vuran Murat Uslu devir edilen kafenin parasını da alarak olay yerinde kaçtı. Yaşanan bu anlarda Uslu'nun aracıyla gelişi ve pencereden içeriye girişi güvenlik kameralarına yansıdı. Olay sonrası polis ekipleri tarafından başlatılan çalışma sonucu anne Anlak'ı başından vuran Murat Uslu ile Mustafa Ünver'i yakaladı. Adliyeye sevk edilen Murat Uslu tutuklanarak cezaevine gönderilirken, Mustafa Ünver ise ifadesinin ardından serbest bırakıldı.
28 GÜNDÜR YAŞAM MÜCADELESİ VERİYOR

Başından vurulan ve 28 gündür tedavi olduğu hastane de yaşam mücadelesi veren genç kadınla ilgili bu gün yakınları ve arkadaşları hastane önünde basın açıklaması yaptı. Yapılan açıklamaya Tüketici Başvuru Merkezi Onursal Başkanı Aydın Ağaoğlu ve çevredeki vatandaşlar da destek verdi.
"İKİNCİ EMİNE BULUT OLMASIN"

Ağaoğlu yaptığı açıklamada, " Hepimizi insanlığı üzdü bu durum. Şu an bu hastanede beyninde bir mermi çekirdeği ile 30 yaşında bir anne yatıyor. Bir cani onun kafasına kurşun sıktı. Kurşun sıkmadan önce de şiddetli darp etmiş. İkinci Emine Bulut olmasın diye burada toplandık. Ablası burada. 6 yaşında bir kızı var. Kızını okutmak istiyordu birinin yetiştirdiği cani evine zorla girip darp etti yavrunun olduğu ortamda kafasına mermi sıktı. Sözün bittiği yer bu ikinci Emine Bulut olmasın" dedi.
GÖZYAŞLARINA HAKİM OLAMADI 

Açıklama sırasında gözyaşlarına hakim olamayan abla İlknur Gültekin, yetkililerden kardeşi için destek istedi. Gültekin , " Kardeşim burada hastane de yatıyor nedir ne değildir belli değil. Kızı her gün 'annem gelecek annem ölmeyecek, anneme bir şey olursa ben nasıl yatacağım uyuyacağım' diyor. Annesinin resmini öpüyor. Bunu yapana idam istiyorum. Bizi yaktı kendi de yansın. Kardeşime doktor desteği bekliyoruz. Daha iyi hastanelerden daha iyi doktorlar bekliyorum kardeşime. çok kötü durumda her tarafı felçli, konuşamıyor, tanımıyor kimseyi, tamamen makinelere bağlı" dedi.
Olay gününü anlatan İlknur Gültekin ," 31 Temmuz çarşamba günü oldu olay. Biz o gün kardeşimi sürekli aradık ulaşamadık, telefonlara çıkmadı. Kız kardeşim aradığında polis çıkıyor telefonuna 'kardeşiniz bir kaza geçirdi acil buraya gelmeniz gerekiyor' diyor. Bize kurşunlandığını söylemediler. Hastaneye gittiğimizde başından vurulduğunu öğrendik. Yüzde 2'lik bir şansı var" diye konuştu.
Eniştesi Zafer Gültekin ise, "Kendinden son derece zayıf bir insana kurşun sıkmak korkaklıktır, acizliktir" diyerek duruma tepki gösterdi.

Kralın 'resmi' sevgilisinin fotoğrafları sarayın sitesini çökertti

https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya/2019/08/27/kralin-resmi-sevgilisinin-fotograflari-sarayin-sitesini-cokertti/

Kralın 'resmi' sevgilisinin fotoğrafları sarayın sitesini çökertti

Tayland Kraliyet Sarayı'nın internet sitesinde Kral Maha Vajiralongkorn'un 'resmi' sevgilisi Sineenat Wongvajirapakdi'nin fotoğrafları yayımlandı. Site, aşırı ilgiden dolayı bir süre sonra çöktü.
DUVAR – Tayland Kraliyet Sarayı, Kral Maha Vajiralongkorn’un sevgilisi Sineenat Wongvajirapakdi’nin fotoğraflarını yayımladı. Sarayın internet sitesi aşırı ilgi yüzünden bir süre sonra çöktü.
Sıra dışı yaşam tarzıyla sık sık gündeme gelen 67 yaşındaki Kral Vajiralongkorn Mayıs’ta eski koruması olan 41 yaşındaki Kraliçe Suthida’yla evlenmiş, iki ay sonra da Sineaat’ı “resmi sevgilisi” ilan etmişti. Sineenat, Tayland’da yaklaşık 100 yıl aradan sonra bu sıfatı taşıyan ilk kişi. Sineenat’ın bu unvanı aldığı törende Kraliçe Suthida da hazır bulunmuştu.
PİLOT, HEMŞİRE VE KORUMA GÖREVLİSİ
Sarayın internet sitesinde Sineenat’ın 60’tan fazla fotoğrafının yanı sıra, 46 sayfalık biyografisine de yer verildi. Sineenat bir savaş pilotu, hemşire ve koruma görevlisi.
Kralın dördüncü eşi olan Kraliçe Suthida ise eski bir hostes ve Kraliyet Muhafızları’nın başkan yardımcısıydı. Hayatının büyük bölümünü Almanya’da geçiren Vajiralongkorn, 2016’da babasının ölümünden sonra tahta geçmişti. (BBC Türkçe)

İstanbul Sözleşmesi

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1550424/istanbul_Sozlesmesi_nedir__Kadina_yonelik_siddeti_engellemede_hangi_hukumleri_iceriyor_.html

İstanbul Sözleşmesi nedir: Kadına yönelik şiddeti engellemede hangi hükümleri içeriyor?

2011'de imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi'ni imzalayan ve onaylayan ilk ülke Türkiye oldu. Son olarak Emine Bulut cinayetinin ardından pek çok kentte sokağa dökülen kadınlar sözleşmesinin uygulanması çağrısı yaptı. Sözleşmenin "Türk aile yapısına zarar verdiğini" söyleyerek, Türkiye'nin sözleşmeden çekilmesini isteyen bir kesim de var. Peki İstanbul Sözleşmesi nedir?
Yayınlanma tarihi: 26 Ağustos 2019 Pazartesi, 14:56
Getty Images - 8 Mart 2019'daki gösterilerden bir kare
11 Mayıs 2011'de İstanbul'da imzaya açıldığı için 'İstanbul Sözleşmesi' ismiyle anılan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi'ni imzalayan ve onaylayan ilk ülke Türkiye oldu.
1 Ağustos 2014'te yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesine dayanıyor.
Sözleşmeyi Avrupa Konseyi üyesi olan 45 ülke ve Avrupa Birliği imzaladı, ancak sözleşme sadece 34 ülkede onaylanarak yürürlüğe girdi.
Son olarak Emine Bulut cinayetinin ardından Türkiye'nin pek çok kentinde sokağa dökülen kadın hakları savunucuları, İstanbul Sözleşmesi'nin uygulanması çağrısı yaptı.
Sözleşmenin "Türk aile yapısına zarar verdiğini" söyleyerek, Türkiye'nin sözleşmeden çekilmesini isteyen bir kesim de var.
Hacettepe Üniversitesi'nin Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı'nın desteği ile 2014 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye'de evlenmiş kadınların yüzde 36'sı eş veya birlikte oldukları erkekler tarafından yaşamlarının herhangi bir döneminde fiziksel şiddete maruz kalıyorlar. Aynı grup kadın için cinsel şiddet oranı ise yüzde 12.
Araştırmaya göre, kadınlara yönelik en yaygın şiddet biçimi duygusal şiddet. Duygusal şiddete maruz bırakılan kadınların oranı ise yüzde 44.
Avrupa Parlamentosu'na göre, Avrupa Birliği üyesi ülkelerde her 3 kadından 1'i fiziksel ya da cinsel şiddete uğradığını söylüyor.
İstanbul Sözleşmesi ile kısaca kadınların her türlü şiddet ve ayrımcılıktan korunması, kadınlarla erkekler arasında eşitliğin yaygınlaştırılması ve bu amaçlar için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlanması ve bu konularda uluslararası işbirliğinin yaygınlaştırılması hedefleniyor.
Sözleşmede tarafların "kadına karşı şiddetin, kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşit olmayan güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğunu ve bu eşit olmayan güç ilişkilerinin, erkeklerin kadınlara üstünlüğüne, kadınlara karşı ayrımcılık yapmalarına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin engellenmesine yol açtığının bilincinde olarak" sözleşmede yer alan hususlarda görüş birliğine vardıkları kaydediliyor.
Sözleşmenin hükümlerini etkili bir biçimde uygulanmalarını sağlama amacıyla kısaca 'GREVIO' olarak bilinin Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Eylem Uzmanlar Grubu isimli bir izleme ve denetleme komitesi oluşturuluyor.

Gülsüm Kav: Sözleşmenin 4 temel taşı var

Sözleşmenin, hem barış zamanında, hem de silahlı çatışma durumlarında geçerli olacağı belirtiliyor.
8 Mart 2019'daki gösterilerden bir kareGetty Images - Kadınlar 8 Mart 2019'da da sokaklardaydı.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu'nun temsilcisi Gülsüm Kav, BBC'ye yaptığı açıklamada, İstanbul Sözleşmesi'nin 4 temel taşı olduğunu söyledi:
"Sözleşme ilk olarak önleyici tedbirlerden söz ediyor. Şiddetin çıkmaya cesaret bulamayacağı bir toplum yaratın. Bu da eşitlikçi toplumdur. Toplumsal cinsiyet eşitliğini bütün topluma, eğitimler de dahil olmak üzere her türlü yolla yayın.
"İkincisi, hemen böyle bir toplum yaratamayabilirsiniz, şiddet eski ve köklü bir sorun diyerek anlayışlı davranıyor sözleşme imzacı devletlere. Hemen böyle bir toplum yaratamazsan, tehdit söz konusuysa, kadınları etkin, aktif koru diyor. Yani bizim için 6284 sayılı kanunu tam uygula diyor.
"Üçüncü adımda da diyor ki, önleyici bir toplum yaratamadın, kadını korumak istedin ama koruyamadın, ola ki bir kadın zarar gördüyse, o zaman en azından etkin kovuşturma yap ve etkin ceza sitemi olsun, adaleti sağla.
"En son olarak da, sözleşme artık anlayışlı değil, talepkâr. Bunları yapıyorsan bile yetmez, bana kadınları geleceğe dönük nasıl güçlendireceksin, onu göster diyor."

Sözleşme kadına karşı şiddeti nasıl tanımlıyor?

Sözleşmede, "kadına karşı şiddet" tanımı, "ister kamu ister özel yaşamda" meydana gelsinler, her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddeti, şiddet tehdidini ve ayrımcılığı içeriyor.
"Aile içi şiddet"i ise, "mağdurla aynı ikametgâhı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında" tanımlıyor.
Sözleşmenin 18 yaşından küçük kız çocuklarını kapsayabileceği belirtiliyor.

Sözleşme tarafları hangi yasal adımları atmakla yükümlü kılıyor?

8 Mart 2019'daki gösterilerden bir kareGetty Images8 Mart 2019'daki gösterilerden bir kare
Sözleşme, tarafların her türlü şiddet eylemini ve ayrımcılığı önleyecek "gerekli yasal ve diğer tedbirleri" almasını zorunlu kılıyor, kadınları güçlendirecek faaliyetlerin yaygınlaştırılmasını istiyor.
Sözleşmeyle birlikte taraflara, ulusal anayasalarına veya ilgili diğer mevzuata kadın erkek eşitliği ilkesini dahil etme ve bu ilkenin uygulanmasını sağlama, kadınlara karşı ayrımcılığı yasaklama ve kadınlara karşı ayrımcılık yapan yasa ile uygulamaları yürürlükten kaldırma zorunluluğu getiriliyor.
Sözleşme hükümleri uygulanırken, "cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü" v.b. kimlik özelliklerinin yanı sıra "cinsel yönelim" temeline dayanarak ayrımcılık yapılamayacağı vurgulanıyor.
Devlet görevlilerinden ve kurumlarından sözleşmenin getirdiği yükümlülüklere uygun bir biçimde hareket etmeleri isteniyor.
Taraflardan sözleşme hükümlerinin yerine getirilmesi için gerekli finansal ve insani kaynakları tahsis etmelerinin yanında kadına karşı mücadelede aktif rol oynayan sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını desteklemeleri ve bu kuruluşlarla işbirliğine gitmeleri de isteniyor.

Sözleşmede kadına karşı şiddetin önlenmesi için ne gibi hükümler var?

Sözleşmede, "Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır" deniyor.
Sözleşmede "namus" kavramına atıfta bulunuluyor, "Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde 'namus' gibi kavramların bu sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir" deniliyor.
Sözleşmede taraflardan, özellikle gençler ve erkekler olmak üzere toplumun tüm bireylerinin her türlü şiddet olayının önlenmesine aktif bir biçimde katkıda bulunmasını teşvik etmeleri isteniyor.
Her türlü şiddetin engellenebilmesi için eğitimin önemine vurgu yapıyor. Resmi müfredata, "kadın erkek eşitliği, toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerde çatışmaların şiddete başvurmadan çözüme kavuşturulması, kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişilik bütünlüğüne saygı gibi konuların" öğrencilerin öğrenme kapasitelerine uyarlanmış bir biçimde dahil edilmesi isteniyor.
Sözleşme, bu ilkelerin yaygın eğitimin yanı sıra, spor, kültür ve eğlence tesislerinde ve medyada yaygınlaştırılmasına yönelik gerekli tedbirleri almakla da tarafları yükümlü kılıyor.
Taraflardan ayrıca ileride meydana gelecek şiddet olaylarını önleme amacıyla, özellikle aile içi şiddet girişiminde bulunanların şiddeti dışlayan davranışlar benimsemelerine yönelik eğitim programlarının oluşturulması isteniyor. Cinsel suç girişiminde bulunanlar için de benzer şekilde eğitim programlarının oluşturulması talep ediliyor.
Kadın hakları savunucuları Emine Bulut cinayetinin ardından İstanbul Sözleşmesi'nin uygulanması çağrısıyla Türkiye'nin pek çok kentinde protesto gösterisi düzenlediAFP - Kadın hakları savunucuları Emine Bulut cinayetinin ardından İstanbul Sözleşmesi'nin uygulanması çağrısıyla Türkiye'nin pek çok kentinde protesto gösterisi düzenledi
Sözleşme hükümleri mağdurları nasıl koruyor, hangi suçları cezalandırıyor?
Şiddet eylemlerine maruz kalmış mağdurlara, kısa ve uzun dönemli uzman destek hizmetleri sağlanması sözleşmede zorunlu kılınıyor.
Başta kadın ve çocuklar olmak üzere şiddet mağdurlarına barınaklar sağlanması da sözleşmenin gereklerinden biri.
Sözleşme taraflardan şiddet olaylarıyla ilgili, gizlilik ilkesi kapsamında ve ülke çapında 7 gün 24 saat faaliyet gösteren ücretsiz telefon hatları oluşturmalarını istiyor.
Cinsel şiddet mağdurlarına hem tıbbı hem de psikolojik destek sağlanması öngörülüyor.
Şiddet olayına tanıklık eden çocuklara da psikososyal danışmanlık hizmeti sağlanması sözleşmede yer alan yükümlülükler arasında.
Sözleşme ayrıca mağdurların şiddet uygulayanlara karşı hukuki yollara başvurmasının ve tazminat almasının da önünü açıyor.
Sözleşme taraflara, "zorla gerçekleştirilen evliliklerin geçersiz ve hükümsüz kılınabilmesini veya sona erdirilmesini temin edecek yasal veya diğer tedbirleri" alma zorunluluğu getiriyor.
Sözleşmede psikolojik şiddet ve taciz amaçlı takibin de cezalandırılması isteniyor.
Bir kişiyle rızası olmaksızın vücut parçası veya cisimle cinsel ilişkiye girmenin yanı sıra bir kişinin rızası olmadan üçüncü bir insanla cinsel nitelikli eylemlere girmesine neden olmak da cinsel şiddet kapsamına alınıyor.
Eski veya mevcut eşler veya birlikte yaşayanlar arasında bu tür eylemler de cinsel şiddet kapsamında değerlendiriliyor.
Sözleşmede taraflar, bir kişinin ya da çocuğun evliliğe zorlanmasının cezalandırılmasını da temin etmekle görevlendiriliyor.
Sözleşme ile zorla gerçekleştirilen kadın sünnetleri yasaklanıyor, kadınların zoraki kürtaja ve kısırlaştırılmaya karşı da korunması isteniyor.
Sözleşme ile cinsel mahiyette fiziksel davranışların yanı sıra sözlü veya sözlü olmayan davranışlar da "cinsel taciz" kapsamına alınıyor ve cezalandırılmaları isteniyor.
Sözleşmede yukarıda belirtilen suçların işlenmesine yardımcı olmanın da yasalarla suç kapsamına alınması isteniyor.
Sözleşme ile kolluk kuvvetlerinin her türlü şiddet eylemine karşı mağdurlara yeterli korumayı derhal sağlamaları ve müdahalede bulunmak için yasal ve diğer tedbirleri almaları zorunlu kılınıyor.
"Taraflar bu sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet mağdurlarının uygun engelleme veya koruma emirlerinden yararlanmasını temin edecek gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır" deniyor.
Ani tehlike durumlarında yetkililere, aile içi şiddet faillerinin, mağdurun veya risk altındaki kişinin ikametgahını yeterli bir süre için terk etme emri verme ve bu kişilerle temas etmesini yasaklama yetkisi veriliyor.
Güvenlik güçleri, bu yıl İstiklal Caddesi'ndeki 8 Mart Kadınlar Günü protestosuna müdahale ettiGetty Images - Güvenlik güçleri, bu yıl İstiklal Caddesi'ndeki 8 Mart Kadınlar Günü protestosuna müdahale etti
Sözleşme mağdurlara haklarının ve menfaatlerinin anlatılması için destek hizmetleri sağlanmasını öngörüyor, hukuki yardım ve ücretsiz adli yardım sağlanmasının da önünü açıyor.
Taraflardan, sözleşmede tanımlanan gerekçelerden biri veya bir kaçı nedeniyle zulüm görme tehlikesi söz konusuysa, başvuru sahiplerine mülteci statüsünün tanınması isteniyor.
Sözleşmede, "Taraflar statüsü ve ikamet durumuna bakılmaksızın, korumaya muhtaç, kadına yönelik şiddet mağdurlarının hayatlarının risk altında olabileceği veya işkenceye veya insanlık dışı muameleye veya cezalandırılmaya maruz kalabilecekleri hiçbir ülkeye hiçbir durum altında iade edilmeyeceklerini güvence altına almak üzere gerekli yasal veya diğer önlemleri alacaklardır" deniyor.

30 Ağustos 2019 Cuma

Anne Kedinin Evlat Acısı

https://www.gazeteduvar.com.tr/hayat/2019/08/30/garip-hicbir-sey-yemiyor-yavrularini-geri-getirin/

Garip hiçbir şey yemiyor, yavrularını geri getirin!

Altunizade Hz. Ali Camisi bahçesinde yaşayan ve 'Garip' adı verilen kedinin üç yavrusu doğumdan birkaç ay sonra kayboldu. Garip, bir haftadır yemek yemiyor ve su içmiyor. Caminin cemaati kedinin yavrularını alanlara 'geri getirin' çağrısı yapıyor.

23 Ağustos 2019 Cuma

İngiltere'de binlerce evsiz çocuk 'gemi konteynerlerinde yaşıyor'

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/1542583/ingiltere_de_binlerce_evsiz_cocuk__gemi_konteynerlerinde_yasiyor_.html

İngiltere'de binlerce evsiz çocuk 'gemi konteynerlerinde yaşıyor'

İngiltere'de sayıları 210 bini aştığı tahmin edilen evsiz çocuklardan bir kısmının geçici olarak dönüştürülen gemi konteynerlerinde barındırıldığı belirtildi. Raporda ayrıca, tüm bir ailenin 18 metrekarelik alanda yaşamak zorunda kaldığı vurgulandı.
Yayınlanma tarihi: 21 Ağustos 2019 Çarşamba, 12:08
İngiltere'de sayıları 210 bini aştığı tahmin edilen evsiz çocuklardan bir kısmının geçici olarak gemi konteynerlerinde barındırıldığı belirtildi.
İngiltere Çocuk Komisyonu'nun hazırladığı rapora göre, evsiz olan 124 bin çocuğa ek olarak, 90 bin çocuğun da başkalarının evlerindeki kanepelerde yatmak zorunda kaldığı kaydedildi.
Raporda, bazı ailelelerin gemi konteynerlerinde ya da dönüştürülen ofis binalarında kaldığı ve ailelerin küçük yerlerde yaşadığı vurgulandı.
Belediyeler, bu durumdan barınma için ihtiyaç duyulan paradaki 159 milyon sterlinlik açığı sorumlu tutuyor.
Topluluklar ve Yerel Yönetimler Müdürlüğü'nden bir sözcü, uygun olmayan mekanlara yerleştirildiğini düşünen herkesin, bir gözden geçirme istemesi gerektiğini söyledi.
"İç Karartan Evler" başlıklı raporda, gemi konteynerlerinin geçici barınmada kullanılmasının, kötü koşulları ve yüksek ya da dondurucu sıcaklıklardaki bir yaşamı beraberinde getirdiği vurgulandı.

'Park yerinden biraz büyük alanda tüm bir aile'

Evsizlikten etkilenen çocukları ziyaret eden Çocuk Komiseri Anne Longfield, belediyelerin sorunla başa çıkabilmek için başvurdukları yeni yöntemleri öğrenmenin "üzücü ve şaşırtıcı olduğunu" söyledi.
Longfield "Bütün bir ailenin bir park yerinden biraz daha büyük bir odada yaşadığı dönüştürülmüş ofis binalar ve yaz aylarında çok çok sıcak ve kış aylarında dondurucu olan gemi konteynerleri" dedi.
Raporda, gemi konteynerlerin nerelerde kullanıldığı söylenmezken, Bristol, Cardiff ve Batı Londra'da konteynerlerin geçici barınmada kullanıldığına dair haberler var.
Ofis binaları ve depolar da geçici barınmada kullanılıyor. Harlow ve Essex bölgelerinde en az 13 eski ofis binası binden fazla daireye dönüştürüldü.
Rapora göre bu binalardan biri olan Templefields House'da 18 metrekarelik bir alanda tek bir aile yaşıyor ve anne ve babalarla çocukları aynı zamanda mutfak olarak da kullanılan tek bir odada kalıyor.
Raporda gemi konteynerlerinin ise gelecekte inşaat yapılması planlanan arsalara konulduğu kaydediliyor.
Dönüştürülen ofis binalarında ise ailelerin, yüksek suç oranları nedeniyle çocukların dışarıda oynamasına izin vermek yerine, küçük alanlarda tutmayı tercih ettiği söyleniyor.
Longfield, oda ve kahvaltı veren motellerin geçici barınmada kullanılmasının da çocukların güvensiz bir ortamda kalması anlamına geldiğini vurguladı.
Bu tür motellerdeki banyo ve tuvaletler diğer sakinlerle ya da akıl sağlığı ve uyuşturucu sorunu olan bireylerle paylaşılıyor.
Bu motellerde kaldığı bilinen 2420 ailenin üçte birinin, yasalara aykırı olmasına karşın altı haftadan fazla motellerde konakladığı kaydediliyor.
Rapore göre 2017 yılında geçici barınma alanlarında kalan her beş çocuktan ikisinin en az altı ay buralarda yaşadı. Her 20 çocuktan birinin, yani yaklaşık 6 bin çocuğun ise en az bir yıl yaşadığı kaydedildi.
Raporda, İngiltere'deki 375 bin çocuğun ise kira ya da ev kredisini ödemekte zorlanan hanelerde yaşadığı belirtildi.
Bu da binlerce çocuğun daha gelecekte evsiz kalma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu anlamına geliyor.


Elmas Eren'in ardından: Uğurlar olsun anne

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/08/20/elmas-erenin-ardindan-ugurlar-olsun-anne/

Ali Duran Topuz
Ali Duran Topuz

Elmas Eren'in ardından: Uğurlar olsun anne

Elmas Eren, 88 yıllık ömrünün 39 yılını oğlu Hayrettin Eren’i arayarak geçirdi. Onun oğlunu aradığı 39 yıl, ülkenin insanlığı kaybettiği 39 yıldır aynı zamanda. Elmas annenin yüzündeki çizgiler, insanlığın, adaletin, onurun, erdemin, direnişin anlamını kaybettiği yılların yazısıdır.
Elmas Eren. Elmas anne. Gözlerinden yeşil bir ışık yayılırdı. İçindeki acıyı ve merhameti, onuru ve direnci yayardı gözleri.
Zulmet, ışığın ve aydınlığın olmamasıdır. Nurun ve ziyanın. Zalim, nuru ve ziyayı yok edendir. Zulüm, karanlıktır. 12 Eylül gibi. Generaller 12 Eylül’de yönetime silah zoruyla el koyduklarında ülkenin üzerine bir kara perde çekildi. Karanlık lazımdı. İşkence için. Cinayet için. Bir hedefi vardı işkencelerin, cinayetlerin: Ülke, bugünlerdeki sahiplerine teslim edilecekti.

Adaletin, ahlakın, erdemin, onurun, hakkın, sağlığın, eğitimin, hasılı, maddi ve manevi değerler toplamının küresel neo-liberal egemenlerin iştahına teslim edilmesi harekatıydı. Direnenler yok edilecekti. Direnişe yol açan moral değerler yozlaştırılacak, ahlak, erdem, onur yerini güce ve çıkara iman etmiş kişilerin kirli çıkılarının sarılacağı kaba, lümpen mügalatalarına bırakılacaktı.
BİR İŞÇİ AİLESİ
İşçiydi. Cibali Tekel fabrikasında. Yeşil gözlü, beyaz tenli, boylu poslu bir Çerkez güzeli. Elmas. Gözlerinin ışığı, yüzünün nuru elmastandı. Bir başka işçiyle evliydi. Çerkez delikanlısı Kemalettin Eren ile. Gerçek bir delikanlıydı Kemalettin amca. Elmas hanıma laf atıldığını duyduğunda bir sokağı birbirine katmıştı. Küçük oğlu 14 yaşında gözaltına alındığında, “Bir çocuk mu yıkacak lan devletinizi. S..erim devletinizi” diye karakolu alt üst etmişti.
Dört çocukları oldu. Cemile. Hayrettin. İkbal. Faruk. Hayrettin üniversiteye gittiğinde Türkiye’de sol rüzgarlar esiyordu. Böyle gelmiş böyle gider ülkesinde ancak bu böyle gitmez şarkıları yükselmeye başlamıştı. Köyler kentlere akıyor, toprak insanları şehir insanlarına dönüşüyordu. İşçiler, dönüşen ülkede işçi sınıfı lehine bir gelecek imkanı için örgütleniyordu. 1960’larda esen sert rüzgarlar, 1970’lerde fırtınaya dönüşmüştü.
SİYASAL MÜCADELE YILLARI
Hayrettin, dönemin şöhretli liselerinden Pertevniyal öğrencisiydi. 1954 doğumluydu. Üniversiteye girdi. Hayrettin bir başka gelecek imkanına inanan kuşağın insanı olarak siyasal mücadeleye atılmıştı.
Yine 1960’larda başlayan işçi örgütlenmeleri ve işçi hareketleri hızla güçleniyordu. Ülke “sol” ve “sağ” rumuzları altında siyasal bir kutuplaşmaya doğru gidiyor, NATO sopası altında ülkeyi yerli ve küresel piyasacıların insafına bırakmak isteyen güçlerle buna direnen, başka bir gelecek imkanına inanmış güçler yaka yakaya geliyordu. Hayrettin, Dev-Genç’liydi. Devrimci gruplar içinde örgütlüydü. Devrimci-sol militandı. Generaller, “sivil” politikalarla yükselen neo-liberal iştaha gıda yetiştirilemeyeceğini anlayınca “vaziyete el koydu.” Sol-sosyalist-devrimci gruplar, işçi örgütlenmeleri, işçi-emekçi ile dayanışma içindeki kişi, grup ve kuruluşlar doğal hedefti. En çok direnen en çok kaybeden olacaktı. Yok etmeye kararlıydılar. Ülke açık cezaevine dönmüştü. Cezaevleri, nezarethaneler imha merkezleri olmuştu.
‘BİZ DE ARIYORUZ’
Hayrettin, 21 Kasım 1980’de gözaltına alındı. Bir daha bırakılmadı. Elmas Eren, o günden başlayarak oğlunun peşine düştü. Polis, savcı, asker, parlamento, hükümet üyeleri, MGK, bütün kurum ve kuruluşların yakasındaydı. Alay ettiler. Dövdüler. Kovdular. İsteğine cevap vermediler. “Oğlumu arıyorum” dediğinde, “Biz de arıyoruz” dediler.
Karanlık işe yarıyordu. Zulüm. Elmas Eren ve çocukları, 12 Eylül sonrasının en direngen, en mücadeleci sivil hak arama örgütü TAYAD’ın da, sonradan kurulan İHD’nin de ön saflardaki hak arayıcılarıydı. 2011 yılında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüşen kayıp yakınları heyetinin içindeydi. “Cumartesi Anneleri kullanılıyor” lafının manasını sordu. “Çiçeklerle donatacağım bir mezar arıyorum” sözünü ona da söyledi. Hasköy ve Kasımpaşa iç içeydi, aynı muhitin çocukları olduğunu hatırlattı başbakana. Aynı cephede olmasalar da tanışıyor olabilirlerdi, örneğin birlikte top oynamış olabilirlerdi. Oğlunun bulunması, yani akıbetinin öğrenilmesi, çiçek koyacağı mezar yerinin gösterilmesi için söz istedi, her şey yapılacaktı. Hiçbir şey yapılmadı. Yok edilmesi gereken yok edilmiş, başbakan olması gereken başbakan olmuştu, ne yapılabilirdi ki?
Elmas Eren’in yüzündeki çizgiler, Türkiye’nin 1960 sonrası siyasi ve hukuki serüveninin yazısıdır. Ticari şehvete karşı emeğin geri itilişinin yazısı. Yıkıcı rekabete karşı dayanışmanın küçümsenen yazısı. Üstün güçlere imana karşı hakka inancın burun kıvrılan yazısı.
Dini bütündü. Kuranı siyasal mızraklarına takarak yol yürüyenlerin anlayamayacağı kadar dini bütün. Okudu, okuttu.
Elmas Eren’in ölümü, 50 yıllık Türkiye tarihi içinde yok edilen ve edilmek istenen her şeyin ölümüdür biraz: Hakkını isteme. Adaleti arama. Zulme direnme. Dayanışmayı öne çıkarma. Onurundan vazgeçmeme.
TEMELE GÖMÜLEN CANLAR

Hayrettin öldürüldüğünde, yenilgi söz konusuydu. Sol-sosyalist hareketler, sendikalar, işçiden yana kişi, grup ve örgütler yenilmişti. Kayıplar ve onların akıbetlerinin aydınlatılmaması, siyasal bir kanadın yenilmesinden öte bir değişim demek: Adaletin hiçe sayılması. Ahlakın çökertilmesi. Onurun unutulması. Direncin yok olması. Bugünkü Türkiye’nin temellerinin altındaki canlardan biridir Hayrettin. Hayri abi. Bir daha ne işçi çocuklarından ne de başkalarından egemen güçlere karşı bir itirazın gelmemesi için toplumun toptan dönüştürülmesi operasyonunun zevkle işlediği cinayetlerden. Bugün bakanlara kendini beğendirmeye çalışan işçi düşmanı sendika başkanları o dönüşümün çocukları. Dini bütün numarasıyla haksız kazancına kazanç katma dışında hiçbir ahlakı olmayan güruh o dönüşümün ürünü.
Elmas annenin yüzündeki yazı bu değişim-dönüşüm öyküsünün yazısıydı.
Berrak yeşil gözleri, kalbindeki elmasın ışığı. Zulmün, karanlığın içinde 39 yıl boyunca dirençle baktı herkesin gözüne. Ben oğlumu kaybettim, siz insanlığınızı kaybetmeyin, dedi. Onun oğlu bulunamadı, kalanlar insanlığı bulur mu bilmem.
İnandığı Hakk’ına kavuştu dün. Yattığı yer incinmesin. Mekanı cennet olsun.

5 yıl sonra komadan uyandı ama 1980'de yaşıyor

 https://www.gazeteduvar.com.tr/5-yil-sonra-komadan-uyandi-ama-1980de-yasiyor-galeri-1730230?p=7 5 yıl sonra komadan uyandı ama 1980'de ...