2001 yılıydı herhalde, bilgi'nin kütüphanesinden strangers on a train kasedini aldım, bebek'ten mecidiyeköy'e yeni taşınmıştım, oturdum seyrettim, "allah allah, bu adamda ne buluyorlar bu kadar" diyerek ve buldukları şeyi bir türlü bulamayarak. sonra olaylar olaylar, bir sürü hiçkok seyredip secdeye durdum büyüklüğü karşısında. hatta rebecca'dan esinlendiğimiz bir dizi projesi de geliştirdik. neyse günler günleri kovaladı, 2010 yılında bir hipnozcuya gittim. hipnoz seanslarından birinde hipnozcum "bir nehir var" dedi, "görüyor musun?" dedi, gördüm. nehrin benim olduğum kenarında kara güneş vardı, diğer tarafta bir lunapark. görür görmez tanıdım lunaparkı, strangers on a train'deki lunaparktı. filmin adını bile unutmuşum ama lunaparkı olanca canlılığıyla, ayrıntılarıyla gördüm.
zor bir seanstı, çok uzun sürdü ve çıkması zor oldu. benim olduğum taraf bir ormandı, bir kız çocuğu bir kadınla birlikte tahterevallide salınıyordu, benim görünce çığlık attı, çok içerledim. işte karşı taraf bir lunapark, bir panayır. orayı çok net bir biçimde içinde yer almadığım iş dünyası, plaza hayatı olarak yorumladığımı hatırlıyorum.
uzun da olsa, en iyisi o seansa ilişkin tuttuğum notları aktarmak olacak galiba.
bir taşa oturmuşum. önceleri çok ferah hissediyorum (oysa hipnoz boyunca canım çok sıkıldı, boğulacak gibi hissettim). karşı tarafta ağaçlar var, çınar ağacı mı, ince uzun, bulutlarla dans ediyorlar, mutlu ediyor bu beni. mevsim sonbahar olmalı. saat 4-5 gibi. yürürken sağ ayağım bileğime kadar balçığa batıyor, iyice batmaktan korkuyorum. solumda bir ağaç dibinde bir göl birikintisi. ıslanır mıyım diye korkmadan giriyorum suya, hem belki de ayağımdaki çamurdan da kurtulurum.ileride bir kara güneş var, dalga geçiyor benimle, "hepimiz öleceğiz" güneşi bu. sakince davet ediyor beni.solda bir tahterevallide bir kız çocuğu. 3-4 yaşlarında, çok mutlu, yanında kırmızı bir kova var, çok eğleniyor, karşısında hayal gibi biri var. ben onu göremiyorum ama bir kadın olmalı. gülen bi kadın. gidip ben oturuyorum kadının oturduğu yere, burun kıvırıyor çocuk. sanırım gitmeliyim. hipnozcum soruyor: "nehre girmek ister misin veya karşı tarafa gitmek ister misin?" isterim, der demez bir sandal beliriyor. "kayıkçı var mı?" "yok." ayrılmakta zorluk çekiyorum. kürek çekmeyi beceremediğim için karaya ve kayaya çarpıp duruyorum. sonra varıyorum ama karşıya. güneş olağan, parlayan bir güneş.
bu arada nehir ilk başta çok dingindi ama sonradan en belirgin özelliğini çağıldaması olarak hatırladım. "ne tarafa gidiyorsun?" "öne doğru." "kaynağa mı, denize mi?" "nehir ters akıyor." "derin mi?" "kıyılarda sığ, ortası derin."
karşı yakaya vardığımda yukarı çıkmam için merdivenleri tırmanmam gerekiyor. topraktan yapılmış 3-4 basamaklı bir merdiveni. çıkınca bir ağaca yaslanıp bir sigara yakıyorum. bir süre ne yapacağımı bilmiyorum. bir ağacın dibine çömeliyorum, ıslakmış, elbisemin popo tarafı lekeleniyor ama kaygılanmıyorum. çimenlere uzanıyorum biraz. güneşi görmüyorum şimdi. ileride bir panayır görüyorum. "oraya gitmek ister misin?" "bilmem, bir bakabilirim." "girdin mi?" "kapısındayım." sıkılıyorum biraz, strangers on a train'deki lunapark bu. insanlar eğleniyorlar, dondurma yiyorlar. atış atarsın, karşılığında bir şey kazanırsın ya, oradayım. kararsız kalıyorum, sonra cebimde param olmadığını hatırlıyorum. "bana kocaman bir pembe ayı verdiler." "ateş ettin mi?" "hayır." pembe ayıyı istiyor muyum? benimle gelmiyor zaten. böyle bir sahne vardı galiba filmde. sonra filmdeki atlı karınca sahnesi. aynısı değil ama oradaki gibi atlı karıncanın altına girip onu durdurabilecek noktaya ulaşmak istiyorum. sanki arkamdan beni çeken, oraya ulaşmamı engelleyen biri var. filmde de öyle miydi? yine de sürünüyorum, her yanım toprak içinde kalıyor. engellenmeye çalışıldığımı fark ettiğim anda ayağımda erkek ayakkabısı olduğunu da fark ediyorum. engellenmeye çalışılan bir erkek ayakkabısı. eski püskü, önü bağcıklı, kahverengi bir ayakkabı. manivelaya ulaştım.
"durdurdun mu atlı karıncayı?" "durdurmadım." biraz soluklanmaya karar verdim orada ama karar verir vermez yoruldum, boğuldum, çıktım. atlı karıncayla dönme dolabın tam ortasında bıçak duruyor. "kan var mı üzerinde?" "bazen beliriyor, bazen görünmez oluyor kan." kızı gördüm tam o anda, uyarmak istedim, "oraya gitme" demek istedim. dışarıdan, ağacın ordan bakınca panayırda insanlar vardı ama şimdi yoklar. kız çocuğu sıkılmış, öyle başı boş dolaşıyor. bıçak havaya kalkıyor, parıl parıl parlıyor havada, güneş gibi. ama ucundan bir damla kan akıyor. artık kızı da görünce herhalde burada daha fazla kalmanın anlamı yok diye düşünüyorum, çocuğu kavrayıp koştura koştura salıncağa gidiyorum, onu deli gibi sallamaya başlıyorum, kıkır kıkır, tahterevalliye göre çok daha fazla eğlenerek sallanıyor. salıncak panayırın dışında, bir ağaca asılmış, nehrin dibinde.
salıncak havalandığında nehrin tam üstüne geliyor, çocuk düşse nehre düşecek ama ikimiz de korkmuyoruz bundan. sonra ben biniyorum salıncağa, çocuğu kucağıma alıyorum. ben çok seviyorum onu, usul usul konuşup sallanıyoruz. bir yandan saçlarını okşuyorum, sarılıp alnından öpüyorum. "ne konuşuyorsunuz?" "o aslında dere değildi" diyor. bir kurtla karşılaşış, çok korkmuş ama bununla dalga geçiyor. hem kurtla hem korkusuyla. "karşıya geçelim ister misin?" "isterim." önce "yüzelim mi" diyorum galiba. yanımda bu çocuk varken sığamıyorum bir türlü dünyaya. sonra karşıya, kara güneşin tarafına geçiyorum. ben önde, o arkada, ben büyük, uzun kulaçlarla yüzerek, o dalarak. (bir de diğer tarafta havada dolaşıp duran bir hortum vardı, işin ilginci binaların su hortumlarına benziyordu, pek tehditkar sayılmaz, dolanıp duruyor, lunapark tarafına geçmek istediğimde yine havadan, solucan gibi dolanarak beni geçirtiyordu, karaya ayak basmıyordu ama) karşıya geçtiğimizde ben birden sürüngene dönüşüyorum, timsah gibi ama o kadar korkunç değil, daha çok büyük bir kertenkele. kızın gelmesini istemiyorum, sanki ağzım açık ve homurdanıyorum. çok çirkinim, beni öyle görmesini istemiyorum. kertenkele olunca tehlikeliyim ama zararsızım da. bunu çok iyi biliyorum. çirkin ama zararsızım. ileride yine kara güneş var, bu sefer sanki kollarını da açmış, gözlerini -thirst'teki kadın gibi- kırpıp duruyor, "gel, gel" diye bağırıyor. kız yine tahterevallide sallanıyor. yanına yaklaşıyorum, çığlık atıp yere düşüyor, dehşet içinde. onu sakinleştirmek istiyorum ama korktuğu şey bizzat ben olduğum için yaklaşmamam gerektiğini de hissediyorum. kız nehre atlıyor. ben ne yapacağımı bilmiyorum artık. zaten ağlıyorum, hipnozda değil, gerçekte. duruyorum, sadece bitsin istiyorum. "daha güvenli bir yere gitmek ister misin?" nehre atlıyorum, atlar atlamaz insana dönüşüyorum. bir adadayım. küçücük bir ada, karikatürlerdeki gibi.
nehir akıntıyla birlikte akmaya, yüzmeye başlıyor. durdurmak istiyorum, ayağa kalkınca duruyor sanki. adayı durduramam, o yüzden yüzmek daha mantıklı. öteki taraf çok belirsiz, o yüzden geriye doğru yüzüyorum. yüzüyorum, yüzüyorum. "dinlenmek ister misin?" "isterim."aydınlık tarafa çıkmasam da yaslanıp soluk alıyorum. sonra karaya çıkıyorum. biraz da kız çocuğu için. ağlamaklı. kertenkele olduğum için de onu bıraktığım için de gözünü, burnunu bükmüş, ağladı ağlayacak. bununla ilgili ne yapabilirim, hiçbir fikrim yok. "uçayım bari" diyorum. uçmak istiyorum. arıya dönüşüyorum. arı maya gibi bir şey ama gereğinden fazla büyük ama yine de sevimli. kuş büyüklüğünde bir arı. nehrin tam ortasında önce ileri doğru gidiyorum ama aydınlık tarafa mı karanlık tarafa mı gideceğimi bilmiyorum. önce karanlık tarafa doğru ilerliyorum ama sonra cayıyorum. sonra kıza dönüyorum. insan oluyorum ve kız çocuğunu kolundan tutup karanlık tarafa doğru uçuyorum. ormanları aşıyoruz birlikte, o karanlıktan aydınlığa varıyoruz. bir köy burası, çorak bir köy, oradan nereye gideceğimizi bilmiyorum, bir şehir var. "durup dinlenmek ister misin?" bir uçağa konuyorum. "bitti" diyorum artık, "bilmiyorum." sonra bir ağacın dibine oturtuyor beni. kırık bir sesle "şimdi iyisin. bunları unuttun," diyor.
nehrin imgelemsel anlamı, akış halindeki hayatmış.
ne yazık ki yorumları not almamışım ama hipnozcumun kız çocuğunun benim çocukluğum olduğuna dair yorumunu hatırlıyorum. lunaparkın iş, plaza hayatı olduğuna dair kendi yorumumu bir de. kara güneşin tarafından bakarken öyleydi en azından. kara güneş'i söylemeye bile gerek yok, melankolinin ta kendisi ama ben hipnozu görürken melankolinin böyle anıldığını bilmiyordum. kara safra'yı filan biliyordum yalnızca. bıçak ise tüm hipnoz rüyalarında vardı, en sonunda da anlamına vakıf olduk, hayatımı ortadan ikiye kesen bir pasta bıçağıymış.
sonra yine olaylar, olaylar, günler geceleri kovalıyor. sene 2016. artık kaçacak bir yerim de hayatta yapacak başka bir şeyim de kalmadığında bir senaryo yazmaya karar veriyorum, takriben bi 15 sene gecikmeli olarak. bir lunaparkta geçiyor, eski bir cambazla bir kız çocuğunun hikayesi ve bol bol uçmak ve atlamak var.
sene 2017. senaryoyu yazarken hipnoz rüyamı hatırlıyorum ve strangers on a train'i. galiba geçen zaman zarfında bayağı bir yol kat etmişim.
İzleyiciler
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
5 yıl sonra komadan uyandı ama 1980'de yaşıyor
https://www.gazeteduvar.com.tr/5-yil-sonra-komadan-uyandi-ama-1980de-yasiyor-galeri-1730230?p=7 5 yıl sonra komadan uyandı ama 1980'de ...
-
https://www.gazeteduvar.com.tr/hayat/2018/01/28/renkli-ahsaplar-ve-bir-yorgun-savasci/ Renkli ahşaplar ve bir yorgun savaşçı... Hakkı Şü...
-
https://www.gazeteduvar.com.tr/hayat/2019/09/18/mahmut-tuncer-halay-birlestirici-konusturucu-sevistiricidir/ Mahmut Tuncer: Halay birleşt...
-
http://egoistokur.com/nurdan-gurbilek-solen-sofrasindan-dislananlar-icin/ Nurdan Gürbilek: “Şölen sofrasından dışlananlar için” Posted...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder