İzleyiciler

28 Temmuz 2017 Cuma

"Dün erkendi, yarın geç olacak, onun için bugün."

Vladimir İlyiç Lenin - Ekim devriminden önce

25 Temmuz 2017 Salı

gharab'ın iyisi

https://yesilgazete.org/blog/2016/12/23/suriyede-yasayan-akyanakli-arapbulbulu-savas-nedeniyle-urfaya-goc-etti/

Suriye’de yaşayan akyanaklı arapbülbülü savaşla birlikte zorunlu olarak kuzeye doğru göç etti ve Urfa’da görüldü.
Konumu ve doğa yapısıyla birçok kuşa ev sahipliği yapan ve birçok kuş türünün de göç yolunda uğrak yeri olan Şanlıurfa, son birkaç yıldır yeni bir kuş türüne ev sahipliği yapıyor.

TÜRKİYE’DEKİ KUŞ LİSTESİNE EKLENDİ

Geçtiğimiz yıllarda ilk kez kuş fotoğrafçıları tarafından Şanlıurfa’da görüntülenen akyanaklı arapbülbülü, Türkiye’deki kuş listesine eklendi. Akyanaklı arapbülbülünün Suriye’de devam eden savaştan dolayı doğal yaşam alanlarının yok olduğu ve savaştan kaçtığı düşünülüyor.
Kuş gözlemcilerine göre, akyanaklı arapbülbülü, dağılımını batıya ve kuzeye doğru genişletiyor. Gözlendikleri alana en yakın olarak Suriye’de Fırat nehri üzerinde Deyrizor şehrinde yaşadıkları biliniyor ki bu bölgenin en yakın kuş uçuşu 270 kilometre mesafe ve Fırat Nehri takip edilirse bu uzunluk 340 kilometreye çıkıyor.
Akyanaklı arapbülbülünü görüntüleyen Kuş Fotoğrafçısı Mehmet Mahmutoğlu ile konuştuk. 3 yıldır kuş fotoğrafçılığı yaptığını belirten Mahmutoğlu, Şanlıurfa’da aynı zamanda yerel bir televizyon kanalında da haber programı sunuyor. Anadolu’da yaşayan 460 kuş türünün 350’sini gözlemlemiş ve fotoğraflamış.

İLK KEZ YAŞANMADI

Bu olayın ilk kez yaşanmadığını ifade eden Mahmutoğlu, “Daha öncesinde Irak’ta yaşanan Körfez Savaşı’nın ardından kuş gözlemcileri bölgede hareketlilik gözlemledi. Kısa vadeli uçan ve göç etmeyen Irak yedikardeşkuşu Şanlıurfa’da görüntülenmişti. Irak yedikardeşi çalılıklarda yaşayan bir kuştur ancak savaş onları da etkilemiş oldu. Yurtlarını terk etmek zorundaydılar. Türkiye’de 2000’li yıllardan beri görülmeye başlandı. Şimdi o bölgede çoğalmaya başladılar. Çoğaldıkça da daha geniş bölgelere yayılmaya devam ediyorlar.”

‘ONLAR DA SAVAŞTAN KAÇIYOR’

Yakın tarihte Suriye savaşı ile bu durumun bir kez daha tekrarlandığını dile getiren Mahmutoğlu şunu söyledi: “3 yıldır akyanaklı arapbülbülü Şanlıurfa’da merkezde ve Birecik’te görülmeye başlandı. Savaştan dolayı yavaş yavaş yukarılara doğru zorunlu olarak göç etti. Onları savaştan kaçan kuşlar olarak görüyoruz. Bu kuş türünün daha çok orta ve Güney Irak’ta oldukça yaygın olduğu ayrıca İran’ın güneyinde, Kuveyt, Bahreyn, Afganistan ve Pakistan’da yaşadığı biliniyor. Savaşların devam etmesi, benzer şeylerin yaşanmasına sebep olacaktır”.

24 Temmuz 2017 Pazartesi

Mina'nın arkadaşı Rima

http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/07/23/sirca-koskumden-bildiriyorum/

Reyya Advan


Sırça köşkümden bildiriyorum...

Rima, vır vır konuşan, meraklı, komik, mutlu bir çocuktu. Sözlükteki “çocuk” tanımına uyuyordu. Başka çocuklardan hiçbir farkı yoktu. Resim yapmayı ve annesini çok seviyordu. Okula gitmek istiyordu. Büyüyünce başımıza bela, evimize hırsız, memleketimize terörist olacak birine benzemiyordu hiç.
Bir kafede oturuyordum. Önümde bilgisayar. Masanın yanına, 6-7 yaşlarında bir kız çocuğu geldi aniden. Hop diye yanımdaki sandalyeye oturdu. Üstü başı tertemiz, yeşil gözlü, siyah saçlı, pembe tokalı. Parmağında, kalp şeklinde plastik bir yüzük vardı. Oradaki müşterilerden birinin çocuğu olduğunu düşündüm.
Değilmiş… Biraz daha uzaktan gelmiş.
Adı Rima’ymış. Rima, beyaz ceylan demekmiş. Ceylanın ne olduğunu bilmiyorsam, çok güzel bir hayvanmış. İstersem açıp bilgisayarımdan ceylanların ve ceylan çocuklarının resimlerine bakabilirmişim. Kâğıt verirsem, çizebilirmiş de.
Annesi karşı sitede temizlik yapıyormuş. Orada sıkılmış çünkü annesi, yaşlı kadının evini temizliyormuş ve kadın da pek konuşmuyormuş. Evde komik hiçbir şey yokmuş. Oyuncak yokmuş. Kâğıt bile yokmuş.
(Annesinin gittiği “öbür ev” iyiymiş çünkü orada bir abla varmış, resim yapmayı çok biliyormuş. Rima’ya sayılardan hayvan yapmayı öğretmiş. Ona hep kâğıt ve boya veriyormuş. Bütün gün resim yapıyormuş.)
Rima bugün televizyon seyretmek istemiş, yaşlı kadın da izin vermiş ama annesi izin vermemiş. Annesine yardım etmiş; küvetteki kova tam dolunca, annesine söylemiş. (Ses çıkarması yasak olduğu için, bağırarak söylememiş.) Oturmaktan ve bebekle oynamaktan sıkılmış sonra.
Annesi, başka bir yere gitmeyeceğine ve yolu hiç geçmeyeceğine söz verirse, bahçeye çıkabilirsin demiş. Bahçede çok durmuş ama sıkılmış. Yol zaten çok küçükmüş ve hiç de araba yokmuş. Koşarak karşıya geçmiş. İşte buraya gelmiş.
Annesi, “Kimseyle konuşma.” dememiş. Bazen diyormuş, bugün dememiş.
Rima, Suriyeli. Bir (ya da üç) yaşındayken, Suriye’den buraya gelmişler. Suriye’nin nasıl bir yer olduğunu bilmiyorsam, çok güzelmiş. Şimdi orada biraz yangınlar filan varmış.
Türkçeyi (neredeyse) aksansız konuşuyor Rima. Hiç ara vermeden konuşma ve soru sorma yeteneği var. Yüze kadar sayabiliyor. Eğer yardım edersem bine kadar bile sayarmış ama bazı sayıları pek sevmiyormuş ve unutuyormuş.
Havalar soğuyunca 7 yaşına girecekmiş, belki okula başlayacakmış. Babasının “yemekçi”si varmış. Annesi de temizlik yapmayı seviyormuş. Evleri, buradan otobüsle gidilen bir yerdeymiş ama güzelmiş. Annesi de çok güzelmiş. Ben, annesi kadar güzel değilmişim.
Bir abisi ve bir ablası varmış. Onların da hep çok işleri oluyormuş. Ablası çok akıllıymış ama abisi aptalmış. Ablası her şeyi biliyormuş ama abisi bilmiyormuş. Oyun oynamayı bile bilmiyormuş.
Babası akşam eve gelince, koltukta uyuyormuş hemen. Tam üç tane masal biliyormuş babası. İki tanesi gerçek masalmış.
“Acıktın mı?” dedim, “Acıkmadım. Acıksam da anneme söylerim, sana söylemem. Başkasından da hiçbir şey almam, yemem, elimi sürmem.” dedi. Annesinin gittiği “öbür ev”deki abla, ona bebek almış bir tane. Annesi izin vermiş. “Alabilirsin.” demiş, o yüzden almış. Bebeğin böyle çok uzun saçları ve tarağı varmış.
Rima, bebeğini anlatırken, karşı caddeden yüzü kıpkırmızı, gözleri korku dolu annesi geldi koşarak. Rima’ya Arapça bir şeyler söyledi. Rima da ona Arapça cevap verdi. Sonra bana dönüp “Annem bana kızıyor.” dedi gülerek.
Annesi bana baktı, “Özür dilerim. Teşekkür.” dedi ve el sallayarak gittiler.
Rima, vır vır konuşan, meraklı, komik, mutlu bir çocuktu. Sözlükteki “çocuk” tanımına uyuyordu. Başka çocuklardan hiçbir farkı yoktu. Resim yapmayı ve annesini çok seviyordu. Okula gitmek istiyordu.
Büyüyünce başımıza bela, evimize hırsız, memleketimize terörist olacak birine benzemiyordu hiç.
Annesinin de tanıdığım, bildiğim diğer annelerden farkı yoktu. Doğruyu öğretmeye çalışan, koruyan, kaygılanan ve çocuğunu başarıyla fırçalayan bir anneydi.
Başımıza bela, evimize hırsız, memleketimize terörist olmuş birine benzemiyordu hiç.
Oluyor yani böyle şeyler bazen. Siz yine de bu söylediklerimi çok ciddiye almayın.
Olaylara sırça köşkünden bakan, ülke gerçeklerinden habersiz, sığınmacı sorununun büyüklüğünü görmeyen, memleketimizin “bunlar” yüzünden nasıl bölüneceğini bir türlü o kalın kafasına sokamamış, insan sevgisi ve hümanizm zırvalıklarıyla gözleri iyice kör olmuş, havalı görünmek için konuşan, akılsız, zavallı insanlardan biriyim.

21 Temmuz 2017 Cuma

üçüncü perde direnci

Üçüncü perdeyi yeniden okudum. Evet, fena halde tıkanmışım.

Şimdi galiba en doğrusu, üçüncü perdenin hikayesine dönmek olacak.

Fakat kopuk hissediyorum üçüncü perdeden.

O yüzden de hikayeye dönmem gerekiyor zaten.

Bu kopukluğun sebebi, üçüncü perdede film kopuyor biraz, yeni bir film başlıyor gibi. Öyle hissediyorum.

Bu, sorun yaratabilir ama yapılmayacak şey değil. Duvara Karşı misal, film tam ortasından kesiliyor ve iki ayrı film yapılmış, ton vs. her şey değişiyor. Filmde iki ayrı film var.

Sorun yaratmıyor çünkü organik. İnanıyorsun karakterin yolculuğuna. Karakterle özdeşleştiğin, onun serüvenine dahil olduğun için kendi serüveninmişçesine kabul ediyorsun, başa gelen bu diye düşünüyorsun. Seyirci olarak konforun bozuluyor bozulmasına ama bunu bayıla bayıla kabul ediyorsun, zaten film bunu yapabildiği; seyircinin konforunun bozulmasını kabul ettiği, konforun ötesini gösterebildiği için iyi.

Yine de benim kafamı kurcalayan şey ekstra bir çaba isteyebilir. Tuhaf, sanki organik değilmiş gibi. İlk draft’ı tamamladıktan sonra bununla ilgili çaba göstermem gerekebilir. Veya yine filmin oraya kadar olan kısmının seyirciyi ne kadar kendine bağladığıdır mesele. Bir yapaylık yok neticede. Hikayenin geldiği yer burası, Mina'nın depresyonu, Danyal'ın mahpusluğu. Bunlar olmazsa hikaye eksik.

Bir diğer mesele, Danyal'ın bu kadar büyük bir mevzuda Mina'nın gönlünü nasıl alacağını, Danyal Gharab kurgusuna yaklaşırken Mina'nın o kurgudan nasıl uzaklaşacağını bilmediğim için tıkanıyorum. Zira çok zor meseleler bunlar, çok büyük, çok derin, altından kalkamazsam film çöker.

Bu yüzden de üçüncü perdenin hikayesine dönmem gerekiyor. Başka bir filmse başka bir film, neyse ne. Şimdilik onu sanki başka bir filmmiş, başka bir hikayeymiş gibi ele al. Öncesini bildiğin bir film gibi.


Ve perde...

morricone's für elise


14 Temmuz 2017 Cuma

telefon görüşü

Hükümlü ve Tutuklular Telefonda Kimlerle Görüşebilir ?
  1. Eşi, çocukları, torunları,
  2. Annesi, babası, büyükannesi ve büyük babası,
  3. Kardeşi, amcası, halası, teyzesi, dayısı,
  4. Kayınbabası, kaynanası, kardeşinin çocukları, kayınbiraderi, baldızı, eniştesi, görümcesi, bacanağı, eltisi, gelini, vasisi veya damadından birisi ile haftada bir defa telefon görüşmesi yapabilir
Telefon Görüşleri İle İlgili Gerekli Evraklar
  1. Telefon faturasının aslı (Ödendi Makbuzu Geçerli Değildir.)
  2. Tam vukuatlı nüfus kayıt örneği (fatura sahibinin hükümlü veya tutukluyla akrabalık derecesini ve nüfus müdürlüğünden alınan belge.)
  3. .Nüfus Cüzdanı fotokopisi (Fatura sahibine ait)
  4. İkametgah il muhaberi (fatura sahibine ait ve Nüfus Müdürlüğünden veya Muhtardan)
  5. Cep telefonları için hatlı ise fatura, kontörlü hat ise abonelik sözleşmesi, sözleşmeyi yaptığı bayiinin kaşesi ve imzası gereklidir.
Bu belgeler açık veya kapalı görüş yoluyla veya posta vasıtasıyla Ceza İnfaz Kurumlarına ulaştırılabilir.
Hükümlü ve tutuklular Cuma, Cumartesi veya Pazar günlerinde odalara göre programlanan saatler arasında haftada bir kez olmak üzere 10 dakika süreyle telefon görüşmesi yapar.

12 Temmuz 2017 Çarşamba

strangers on a train, hipnoz ve gharab

2001 yılıydı herhalde, bilgi'nin kütüphanesinden strangers on a train kasedini aldım, bebek'ten mecidiyeköy'e yeni taşınmıştım, oturdum seyrettim, "allah allah, bu adamda ne buluyorlar bu kadar" diyerek ve buldukları şeyi bir türlü bulamayarak. sonra olaylar olaylar, bir sürü hiçkok seyredip secdeye durdum büyüklüğü karşısında. hatta rebecca'dan esinlendiğimiz bir dizi projesi de geliştirdik. neyse günler günleri kovaladı, 2010 yılında bir hipnozcuya gittim. hipnoz seanslarından birinde hipnozcum "bir nehir var" dedi, "görüyor musun?" dedi, gördüm. nehrin benim olduğum kenarında kara güneş vardı, diğer tarafta bir lunapark. görür görmez tanıdım lunaparkı, strangers on a train'deki lunaparktı. filmin adını bile unutmuşum ama lunaparkı olanca canlılığıyla, ayrıntılarıyla gördüm.

zor bir seanstı, çok uzun sürdü ve çıkması zor oldu. benim olduğum taraf bir ormandı, bir kız çocuğu bir kadınla birlikte tahterevallide salınıyordu, benim görünce çığlık attı, çok içerledim. işte karşı taraf bir lunapark, bir panayır. orayı çok net bir biçimde içinde yer almadığım iş dünyası, plaza hayatı olarak yorumladığımı hatırlıyorum.

uzun da olsa, en iyisi o seansa ilişkin tuttuğum notları aktarmak olacak galiba.

bir taşa oturmuşum. önceleri çok ferah hissediyorum (oysa hipnoz boyunca canım çok sıkıldı, boğulacak gibi hissettim). karşı tarafta ağaçlar var, çınar ağacı mı, ince uzun, bulutlarla dans ediyorlar, mutlu ediyor bu beni. mevsim sonbahar olmalı. saat 4-5 gibi. yürürken sağ ayağım bileğime kadar balçığa batıyor, iyice batmaktan korkuyorum. solumda bir ağaç dibinde bir göl birikintisi. ıslanır mıyım diye korkmadan giriyorum suya, hem belki de ayağımdaki çamurdan da kurtulurum.ileride bir kara güneş var, dalga geçiyor benimle, "hepimiz öleceğiz" güneşi bu. sakince davet ediyor beni.solda bir tahterevallide bir kız çocuğu. 3-4 yaşlarında, çok mutlu, yanında kırmızı bir kova var, çok eğleniyor, karşısında hayal gibi biri var. ben onu göremiyorum ama bir kadın olmalı. gülen bi kadın. gidip ben oturuyorum kadının oturduğu yere, burun kıvırıyor çocuk. sanırım gitmeliyim. hipnozcum soruyor: "nehre girmek ister misin veya karşı tarafa gitmek ister misin?" isterim, der demez bir sandal beliriyor. "kayıkçı var mı?" "yok." ayrılmakta zorluk çekiyorum. kürek çekmeyi beceremediğim için karaya ve kayaya çarpıp duruyorum. sonra varıyorum ama karşıya. güneş olağan, parlayan bir güneş.

bu arada nehir ilk başta çok dingindi ama sonradan en belirgin özelliğini çağıldaması olarak hatırladım. "ne tarafa gidiyorsun?" "öne doğru." "kaynağa mı, denize mi?" "nehir ters akıyor." "derin mi?" "kıyılarda sığ, ortası derin."

karşı yakaya vardığımda yukarı çıkmam için merdivenleri tırmanmam gerekiyor. topraktan yapılmış 3-4 basamaklı bir merdiveni. çıkınca bir ağaca yaslanıp bir sigara yakıyorum. bir süre ne yapacağımı bilmiyorum. bir ağacın dibine çömeliyorum, ıslakmış, elbisemin popo tarafı lekeleniyor ama kaygılanmıyorum. çimenlere uzanıyorum biraz. güneşi görmüyorum şimdi. ileride bir panayır görüyorum. "oraya gitmek ister misin?" "bilmem, bir bakabilirim." "girdin mi?" "kapısındayım." sıkılıyorum biraz, strangers on a train'deki lunapark bu. insanlar eğleniyorlar, dondurma yiyorlar. atış atarsın, karşılığında bir şey kazanırsın ya, oradayım. kararsız kalıyorum, sonra cebimde param olmadığını hatırlıyorum. "bana kocaman bir pembe ayı verdiler." "ateş ettin mi?" "hayır." pembe ayıyı istiyor muyum? benimle gelmiyor zaten. böyle bir sahne vardı galiba filmde. sonra filmdeki atlı karınca sahnesi. aynısı değil ama oradaki gibi atlı karıncanın altına girip onu durdurabilecek noktaya ulaşmak istiyorum. sanki arkamdan beni çeken, oraya ulaşmamı engelleyen biri var. filmde de öyle miydi? yine de sürünüyorum, her yanım toprak içinde kalıyor. engellenmeye çalışıldığımı fark ettiğim anda ayağımda erkek ayakkabısı olduğunu da fark ediyorum. engellenmeye çalışılan bir erkek ayakkabısı. eski püskü, önü bağcıklı, kahverengi bir ayakkabı. manivelaya ulaştım.

"durdurdun mu atlı karıncayı?" "durdurmadım." biraz soluklanmaya karar verdim orada ama karar verir vermez yoruldum, boğuldum, çıktım. atlı karıncayla dönme dolabın tam ortasında bıçak duruyor. "kan var mı üzerinde?" "bazen beliriyor, bazen görünmez oluyor kan." kızı gördüm tam o anda, uyarmak istedim, "oraya gitme" demek istedim. dışarıdan, ağacın ordan bakınca panayırda insanlar vardı ama şimdi yoklar. kız çocuğu sıkılmış, öyle başı boş dolaşıyor. bıçak havaya kalkıyor, parıl parıl parlıyor havada, güneş gibi. ama ucundan bir damla kan akıyor. artık kızı da görünce herhalde burada daha fazla kalmanın anlamı yok diye düşünüyorum, çocuğu kavrayıp koştura koştura salıncağa gidiyorum, onu deli gibi sallamaya başlıyorum, kıkır kıkır, tahterevalliye göre çok daha fazla eğlenerek sallanıyor. salıncak panayırın dışında, bir ağaca asılmış, nehrin dibinde.

salıncak havalandığında nehrin tam üstüne geliyor, çocuk düşse nehre düşecek ama ikimiz de korkmuyoruz bundan. sonra ben biniyorum salıncağa, çocuğu kucağıma alıyorum. ben çok seviyorum onu, usul usul konuşup sallanıyoruz. bir yandan saçlarını okşuyorum, sarılıp alnından öpüyorum. "ne konuşuyorsunuz?" "o aslında dere değildi" diyor. bir kurtla karşılaşış, çok korkmuş ama bununla dalga geçiyor. hem kurtla hem korkusuyla. "karşıya geçelim ister misin?" "isterim." önce "yüzelim mi" diyorum galiba. yanımda bu çocuk varken sığamıyorum bir türlü dünyaya. sonra karşıya, kara güneşin tarafına geçiyorum. ben önde, o arkada, ben büyük, uzun kulaçlarla yüzerek, o dalarak. (bir de diğer tarafta havada dolaşıp duran bir hortum vardı, işin ilginci binaların su hortumlarına benziyordu, pek tehditkar sayılmaz, dolanıp duruyor, lunapark tarafına geçmek istediğimde yine havadan, solucan gibi dolanarak beni geçirtiyordu, karaya ayak basmıyordu ama) karşıya geçtiğimizde ben birden sürüngene dönüşüyorum, timsah gibi ama o kadar korkunç değil, daha çok büyük bir kertenkele. kızın gelmesini istemiyorum, sanki ağzım açık ve homurdanıyorum. çok çirkinim, beni öyle görmesini istemiyorum. kertenkele olunca tehlikeliyim ama zararsızım da. bunu çok iyi biliyorum. çirkin ama zararsızım. ileride yine kara güneş var, bu sefer sanki kollarını da açmış, gözlerini -thirst'teki kadın gibi- kırpıp duruyor, "gel, gel" diye bağırıyor. kız yine tahterevallide sallanıyor. yanına yaklaşıyorum, çığlık atıp yere düşüyor, dehşet içinde. onu sakinleştirmek istiyorum ama korktuğu şey bizzat ben olduğum için yaklaşmamam gerektiğini de hissediyorum. kız nehre atlıyor. ben ne yapacağımı bilmiyorum artık. zaten ağlıyorum, hipnozda değil, gerçekte. duruyorum, sadece bitsin istiyorum. "daha güvenli bir yere gitmek ister misin?" nehre atlıyorum, atlar atlamaz insana dönüşüyorum. bir adadayım. küçücük bir ada, karikatürlerdeki gibi.

nehir akıntıyla birlikte akmaya, yüzmeye başlıyor. durdurmak istiyorum, ayağa kalkınca duruyor sanki. adayı durduramam, o yüzden yüzmek daha mantıklı. öteki taraf çok belirsiz, o yüzden geriye doğru yüzüyorum. yüzüyorum, yüzüyorum. "dinlenmek ister misin?" "isterim."aydınlık tarafa çıkmasam da yaslanıp soluk alıyorum. sonra karaya çıkıyorum. biraz da kız çocuğu için. ağlamaklı. kertenkele olduğum için de onu bıraktığım için de gözünü, burnunu bükmüş, ağladı ağlayacak. bununla ilgili ne yapabilirim, hiçbir fikrim yok. "uçayım bari" diyorum. uçmak istiyorum. arıya dönüşüyorum. arı maya gibi bir şey ama gereğinden fazla büyük ama yine de sevimli. kuş büyüklüğünde bir arı. nehrin tam ortasında önce ileri doğru gidiyorum ama aydınlık tarafa mı karanlık tarafa mı gideceğimi bilmiyorum. önce karanlık tarafa doğru ilerliyorum ama sonra cayıyorum. sonra kıza dönüyorum. insan oluyorum ve kız çocuğunu kolundan tutup karanlık tarafa doğru uçuyorum. ormanları aşıyoruz birlikte, o karanlıktan aydınlığa varıyoruz. bir köy burası, çorak bir köy, oradan nereye gideceğimizi bilmiyorum, bir şehir var. "durup dinlenmek ister misin?" bir uçağa konuyorum. "bitti" diyorum artık, "bilmiyorum." sonra bir ağacın dibine oturtuyor beni. kırık bir sesle "şimdi iyisin. bunları unuttun," diyor.

nehrin imgelemsel anlamı, akış halindeki hayatmış.

ne yazık ki yorumları not almamışım ama hipnozcumun kız çocuğunun benim çocukluğum olduğuna dair yorumunu hatırlıyorum. lunaparkın iş, plaza hayatı olduğuna dair kendi yorumumu bir de. kara güneşin tarafından bakarken öyleydi en azından. kara güneş'i söylemeye bile gerek yok, melankolinin ta kendisi ama ben hipnozu görürken melankolinin böyle anıldığını bilmiyordum. kara safra'yı filan biliyordum yalnızca. bıçak ise tüm hipnoz rüyalarında vardı, en sonunda da anlamına vakıf olduk, hayatımı ortadan ikiye kesen bir pasta bıçağıymış.

sonra yine olaylar, olaylar, günler geceleri kovalıyor. sene 2016. artık kaçacak bir yerim de hayatta yapacak başka bir şeyim de kalmadığında bir senaryo yazmaya karar veriyorum, takriben bi 15 sene gecikmeli olarak. bir lunaparkta geçiyor, eski bir cambazla bir kız çocuğunun hikayesi ve bol bol uçmak ve atlamak var.

sene 2017. senaryoyu yazarken hipnoz rüyamı hatırlıyorum ve strangers on a train'i. galiba geçen zaman zarfında bayağı bir yol kat etmişim.

11 Temmuz 2017 Salı


Özgürlüklerini cezaevinde arayan çocuklar


2008 yılında atıl duruma geçen Akçakale eski cezaevi Suriye'den kaçan ailelerin sığınağı oldu. 4 koğuştan oluşan cezaevinde bugün 70 kişiden oluşan 9 aile yaşamlarını sürdürüyor. Bir zamanlar mahkumların volta attığı karanlık mahzenlerde, artık onlarca çocuk evlerinin sıcaklığını bulmaya çalışıyor. Cezaevi avlusu çocukların oyun alanı olurken, aileler betonarme bir yapının çatısı altında bulunmaktan dolayı kendilerini şanslı görüyor. Bir zamanlar mahkumların kaçmasını engelleyen büyük demir kapılar şimdi Suriyeli ailelerin cezaevinde kendilerini güvende hissetmelerini sağlıyor.


Suriye sınırındaki Şanlıurfa'nın Akçakale ilçesinde 1972 yılında mahkumlar için inşa edilen ancak 2008 yılında Adalet Bakanlığınca alınan kararla kapatılan atıl durumdaki cezaevinin koğuşları şimdi Suriyelilere ev sahipliği yapıyor.

Suriye'nin Halep, Rakka ve Humus kentlerinden kaçarak Türkiye'ye sığınan çoğunluğunu çocuk ve kadınların oluşturduğu yaklaşık 70 kişilik 9 Suriyeli aile, mayınlı alanlardan geçerek, zorlu yolculuğun ardından geldikleri Akçakale'de kalacak bir yer bulamayınca atıl durumdaki cezaevine sığınmak zorunda kaldı.

Kapısı, penceresi, elektriği ve suyu olmayan cezaevini hayırsever vatandaşların da yardımıyla onararak yerleşen Suriyeli ailelerin çocukları, bir zamanlar mahkumların volta attığı karanlık mahzenlerde artık evlerinin sıcaklığını bulmaya çalışıyor. Mahkumların bir zamanlar esaret olarak gördüğü demir parmaklıklar, şimdilerde çocuklar için adeta güveni simgelerken, demir kapılar ise ailelerin kendilerini güvende hissetmelerini sağlıyor. 

Bir zamanlar mahkumların çıkmak için can attığı koridorlar, şimdilerde Suriyeli çocukların oyun alanları oldu. Aileleriyle boyası dökülmüş, kapısı ve penceresi olmayan koğuşlarda kalan çocuklar, sadece gökyüzünün göründüğü 15 metrekarelik alanda çeşitli oyunlar oynuyor.


Günün büyük bir bölümünü cezaevinin bahçesinde geçiren çocuklar, annelerine günlük işlerde yardım ediyor. Kimi çocuklar da bahçedeki ağaçlarda yaptığı salıncaklarda sallanarak vakit geçiriyor. Gün batımına kadar cezaevinin bahçesinde oynayan çocuklar, karanlığın çökmesiyle kapalı, ışıksız koğuşlara dönüyor.


Suriyeli çocukların, ülkelerine duydukları hasret, söyledikleri şarkılara da yansıyor. Çocuklar, bir gün kendi ülkelerinde aileleriyle birlikte huzurlu bir ortamda yaşamayı hayal ediyor.



















http://www.ntv.com.tr/galeri/turkiye/ozgurluklerini-cezaevinde-arayan-cocuklar,N_wdoOhEXkeHJ-pSEGOegg/k_6Y6bN_P0KGF6_BYtbYKQ





5 yıl sonra komadan uyandı ama 1980'de yaşıyor

 https://www.gazeteduvar.com.tr/5-yil-sonra-komadan-uyandi-ama-1980de-yasiyor-galeri-1730230?p=7 5 yıl sonra komadan uyandı ama 1980'de ...